Bölüm -58-( 57.bölümden devam)
Troya Savaşı’nın ve görkemli kentin öyküsü şöyledir.Troya Savaşı’nın öyküsü Iolkos kralı Peleus ile Okyanus kızları diye bilinen Nereidlerden biri olan Thetis’in düğün töreninde başlar. Düğüne haset tanrıçası Eris çağrılmamıştır. Buna çok kızan Eris, bir oyun oynamaya karar verir. Hera,Athena ve Afrodit’in oturduğu masaya, kimseye görünmeden altından bir elma bırakır. Elmanın üzerinde ” en güzele” yazmaktadır. Elmanın kime verileceği konusunda anlaşmaya varılamaz. Zeus da karısı ve iki kız kardeşi arasında taraf olmak istemez. “Alın yanınıza Hermes’i, sizi ıda Dağına götürsün. Orada sürülerini otlatarak dolaşan Troya Prensi Paris’i bulun. Gönül işlerinde onun üzerine bir ölümlü daha yoktur. Aranızdaki en güzeli o da seçemezse kimse seçemez.”Hermes’in rehberliğinde tanrıçaları kulübesinde gören Paris, önceleri korkar. “Benim gibi bir koyun çobanı nasıl olur da böyle bir şeye cesaret eder.” Diye karşı çıkar. Sonra “En iyisi elmayı kesip üçü arasında paylaştırayım” diye düşünür. Ancak kararı Zeus vermiştir. Ona karşı kimse gelemez. Ayrıca tanrıçalar Paris içlerinden kimi seçerse seçsin kızmayacaklarını, ona zarar vermeyeceklerine söz verirler.Paris’le yalnız kalan Hera, ” dinle Paris, önce her yanımı dikkatle incele. Beni seçersen seni Asya kıtasının hakimi ve dünyanın en zengin erkeği yaparım” der. Paris “hayır tanrıçam rüşvet kabul edemem” der.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Athena içeri girince, ” seni dünyanın en yakışıklı erkeği,en akıllı insanı, en güçlü savaşçısı yapacağım”.
Ne var ki Paris bunu da kabul etmeyerek içeri Afrodit’ti alır. Afrodit ona dünyanın en güzel kadının aşkını önerir. “Burada oturmuş kendini sürülerin içinde harcıyorsun. Neden kente göçüp uygar bir hayat sürmüyorsun? Spartalı Helen gibi biriyle evlensen ne yitiririsin? Seni bir kere görse, evini,ailesini,varını yoğunu bırakıp peşine takılacağına eminim.” der.
Afrodit böylece Paris’i kandırmış, atlın elmayı almış. Bu kara gücenen Hera ve Athena o anda Troya’yı mahvetmeye karar vermişler. Tanrıça Afrodit’in aşk senaryosu bundan sonra hızla gerçekleşecek, Troya elçisi olarak Sparta’ya giden Paris, kendisine aşık olan Kral Menalaos’un eşi Helen’i Troya’ya kaçıracaktır. Bu olay Helen dünyasında bomba gibi patlar. Menalos hemen Girit’teki işlerini yarıda keserek ülkesine döner. ılk işi bir zamanlar Helen’le evlenmek için sıraya giren ve bir gün kocasının şerefini korumaya and içmiş kişileri toplamak olur.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Iolkos kralın Peleus’un oğlu olan Akhilleus (Aşil) Troya savaşına gönüllü olarak gitmese de Savaşta en büyük kahramanlardan biri olur. Söylenceye göre Akhilleus’un annesi Thetis, Okyanus Kızları diye bilinen Nereidlerden biridir. Doğa üstü gücünü oğlunu yenilmez bir savaşçı yapmak için kullanır. Onu suya batırıp kutsar. Böylece artık Akhilleus’a hiçbir silah işlemeyecektir. Ne var ki Thetis onu topuğundan tutup suya soktuğundan bir tek oraya su değmemiştir. Akhilleus’u öldürmenin tek yolu topuğundan vurmaktır. Nitekim, Akhilleus Troya’nın en sevilen kahramanlarından biri olan Hektor’u öldürdüğünde, kardeşi Paris yayını gerer ve Akhilleus’u topuğundan vurarak yere yıkar.
Gerçekteyse Akhaların Troya’ya saldırma sebepleri ekonomik nedenlere dayanıyordu. Ticaretin bilindiği çağlardan beri Ege dünyası, Akdeniz’i Karadeniz’e bağlayan ticaret yolları altın,gümüş,kumaş,kenevir,gemi kerestesi,kurutulmuş balık,tahıl,köle,amber,şarap,yeşim ve zeytinyağı gibi mallar la yüklü gemilerin boğazlardan geçişi, bugün Çanakkale Boğazı olan Hellaspontus’un ağzında kurulu olan Troya’nın denetimi altındaydı. Tunç çağının ortalarında ticaret yollarının çoğuna sahip olan Mikenler, yanlarına Peleponnes Yarımadası’nın öteki krallarını da alarak Troya’nın buradaki egemenliğine son vermek istemişlerdir. Bu savaşların asıl nedenleri zamanla unutulmuş, Homeros gibi ünlü ozanların dillerinde bir kahramanlık destanına dönüşmüştür.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Söylenceye göre Troya önündeki kuşatmanın uzayıp gittiğini gören Akhalar buna bir çözüm Evlerinden uzaktadırlar, savaşın bir an önce bitmesi gerektiğini düşünürler. Troya kentiyse aşılmaz surların gerisinde daha uzun süre dayanacak yapıdadır. Bunun üzerine Akhalar bir hileye başvurmaya karar verirler. Tahtadan bir at yapıp kentin surları önüne bırakacaklardır; içi boş olan at aslında bir tuzaktır. Akhalar gittikleri sanılsın diye gemilerine binerek uzaklaşırlar. Troyalılar sabah uyandıklarında geminin gitmiş olduğunu görüp şaşırırlar. Geride sadece dev bir tahta at kalmıştır.Ata önceleri şüpheyle bakan Troyalılar sonra bunun tanrıların bir hediyesi olduğa karar vererek surların içine taşımaya karar verirler. Gece kentte herkes büyük bir kutlama yapar. Geç vakitlerde herkes uyuduğunda tahta atın karnındaki kapak açılır ve atın içinde saklanan Akha askerleri sessizce dışarı çıkar. Karalıktan yararlanan ger dönen gemilerine işaret vererek kentin kapılarını kendi ordularına açarlar. Troya’yı yakıp yıkar, önüne geleni katlederler.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Troya kentinin söylence kılıfından çıkıp gerçekliğe bürünmesi, Schliemann adlı bir araştırmacının 1800′lü yıllarda yaptığı kazılar sayesinde olmuştur. Schliemann, Homeros’un anlattığı Troya’nın yeri (eğer öyle bir yer varsa) o zamanın bilim adamları tarafından Pınarbaşı köyü olarak gösteriliyordu. Homeros, ılyada’nın XXII. şarkısında ” iki güzel fışkıran pınara varırlar. Bunlardan iki dere,girdaplı Skamandros’a dökülüyordu. Birinden sıcak su akıyor ve duman tütüyordu. Ama öteki yazın da soğuk akıyordu. Dolu gibi, ya da kışın karı gibi ve donmuş buz parçaları gibi.” Schliemann rehberle beraber geldiği Pınarbaşı ilk araştırmasında buranın Troya olamayacağını anlar. İlyada’yı okumaya devam eder. Akhilleus’un Hektor’la olan korkunç çarpışmasını okur. Schliemann tarif edilen yollarda yürür, Pınarbaşı’n dan iki saat kuzeyde, deniz kıyısından yalnız bir saat uzaklıktaki şimdiki adı Hisarlık olan, Yeni ılion harabelerini şöyle üstünkörü inceler. Troya’yı bulduğunu düşünüyordu.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Schliemann ve eşi 1871 yılında iki ay, sonraki yıllarda dörder ay kazdı. Emrinde yüz kişi bulunuyordu. Kentin en yukarısında Athena Tapınağı vardı. Homeros’a göre Poseidon’la Apollon, Pergamos’us surlarını yaptırmışlardı. O halde tepenin ortasında, tapınağın ve çevresinde toprağın üzerine kurulmuş olan tanrılar duvarının bulunması gerekiyordu. ışine engel olduğunu düşündüğü bu duvarları yıktı. Silahlar,mutfak ve ev eşyalar,süsler ve vazolar bulundu. Burada bir zamanlar zengin bir kent bulunduğu kesindi. Kazdığı yerde başka şeyler bulsa da ün kazanmasına yardım edecekti. Yeni ılion’un harabeleri altında başka harabeler vardı; onların altında başkalrı ve onların altında başkaları… Tepe kat kat soyulması gereken bir soğana benziyordu. Bu katların her birinde başka insanların yaşadıkları görülüyordu. Milletler yaşamışlar ve ölmüşlerdi,kentler kurulmuş ve yıkılmıştı. Bir yıl içinde yedi tane, sonra da iki tane kent bulunur. Peki, Homeros’un anlattığı Troya kenti hangi kattaki idi. Kesin olan, en alttaki katın tarih öncesinden kaldığıydı. En eski kattı bu; o kadar eskiydi ki Burada oturanlar henüz maden kullanmayı bilmiyorlardı. En üsteki katta, mutlaka Kserkes’le ıskender’in adına kurban sundukları Yeni ılion olmalıydı.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Schliemann kazdı ve aradı. Alttan ikinci ve üçüncü tabakalarda yangın izleriyle muazzam toprak surlar ve dev gibi kapının yıkıntılarını buldu. Artık emindi. Bu surlar Priamos’un sarayını kuşatıyordu. Bilim bakımından hazineler boldu. Ülkesine gönderdiği ve uzmanların incelemesine sunduğu parçalar uzak bir devrin, bütün detaylarıyla tam bir tablosunu oluşturuyordu. Schliemann’ın zaferi aslında Homeros’un da zaferiydi. Masal ve mit sayılan, uydurduğu düşünülen bir tarih gün ışığına çıkıyordu. Çalışmasıyla 250000 metreküp toprağın hakkından gelen Schliemann 15 Haziran 1875′de giriştiği sonuncu kazıda, son kürek vuruşundan bir gün önce, bütün dünyayı hayran bırakacak buluntuları ortaya çıkardı.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Sıcak bir günün sabahın da, 28 mt. derinlikte, Primos’un sarayı olarak kabul edilen duvarların üzerinde iken aniden altını görür ve karısına işçileri eve göndermesini söyler. Karısından kırmızı şalını ister ve çukura atlayarak deli gibi kazar. büyük taş kitleleri arasındaki molozlar tehdit edici biçimde başının üzerinden sarkar. Kral Primaos’un paha biçilmez hazinesi gün yüzüne çıkıyordu. Karanlık eskiçağın en kudretli hükümdarlarından birinin altınları,gözyaşları kana bulanmış tanrısal insanların süsleri…. Schliemann hazineyi bulduğundan bir an bile kuşku duymadı. Ancak ölümünden kısa bir süre sonra heyecanın şarhoşluğu içinde yanıldığı, Homeros’un Troya’sının ikinci ve üçüncü tabakada bulunduğu, hazinenin de Priamos’tan bin yıl önce yaşamış, daha eski bir krala ait olduğu anlaşıldı.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Troya hazineleri tarihin en gizemli ve en tartışmalı hazineleridir. Yaklaşık 130 yıllık süre içinde kaybolup iki kez bulunmuştur. 1873′ bulduğu hazineyi Schliemann, Atina’ya kaçırır. Osmanlı Hükümeti dava açar ama hazine bulunamaz. Daha sonra Schliemann, hazineyi Rus Çarına satmak ister. Çar çalıntı mal kabul etmediğini belirtir. British Museum, çalıntı olduğunu düşünerek hazineyi sergilemez. Ama 1882′de Berlin Müzesinde sergilenir ve hazineyi Almanya’ya bağışlar. 2. dünya savası sırasında hazine sığınakta saklanır ve sonrasında nerede bilinemez. 1945′de Sovyet Ordusuna Puşkin Müzesine teslim edildiği anlaşılır. 1993 yılında dönemin başbakanı hukuksal mücadeleye girse de hazine geri alınamaz.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
TROYA, bu isim başka hiçbir kentin sahip olamadığı bir unutulmazlığa sahip. Savaşın,aşkın,kahramanlığın,ihanetin,söylencelerin kentiydi Troya. Troya’dan önce de sonra da pekçok kent var oldu elbette, ama onları anlatacak bir ozanları,öykülerini ölümsüzleştirecek Homeros’ları yoktu. Önceleri Homeros’un aklının ürünü olduğu sanılan Troya’nın var olduğu anlaşılmasından sonra dünyanın ilgisi her geçen gün arttı. Bu ilgi günümüzde de sürdürüyor.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(devam edecek)
Bölüm -57-(56.Bölümden devam)
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

M.Ö. V. yüzyılda Persler'in Yunanistan'ı istila etmelerinden sonra Atina Şehir Devleti'nin önderliğinde Akdeniz Çevresi şehirlerinden oluşan bir birlik (Ati-Delos Deniz Birliği) kurulmuştu. Bu birliğin bir merkezi ve bütçesi vardı. Her ülke kendi bastığı gümüş sikkeden kendi gücü oranında bu birliğe katkıda bulunuyordu.
1984 yılında Elmalı'nın Bayındır Köyü'nde yapılan kaçak kazılar ile bulunan yüzyılın definesi Elmalı Sikkeleri, o bölgede bulunan bütün şehir devletlerinin paralarını içeriyordu. Söz konusu sikkelere yüzyılın definesi denilmesinin en önemli nedeni de Yunanlılar'ın Persler'i yendikleri için bir anı parası çıkarma kararı almalı ve normal olarak o zamanın para birimi için en fazla 4 drahmi değeri biçilirken; anma nedeniyle 10 drahmililk paranın çıkarılmış olmasıydı. (10 drahmi'lik para=Dekadrahmi)
Oldukça önem taşıyan böylesi değerli bir kültür mirası kaçak kazılar sonucunda Amerika Birleşik Devletleri'ne kaçırılır. Ardından geçen uzun süreler sonucunda ve yoğun diplomotik girişimler ile hazine tekrar ait olduğu Anadolu topraklarına geri dönmüştür. Bugünlerde de Elmalı Hazineleri Müzesi'nde sergilenmeyi beklemektedir.
Uşak Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen Karun Hazineleri’ni son beş yılda 769 yabancı turistin ziyaret ettiği ortaya çıktı. Yaklaşık olarak 2500 yıllık bir geçmişi olduğu varsayılan hazine.
Uşak Toptepe Tümülüsünden kaçak kazıyla 1965 yılında bulundu. Metropolitan Müzesinde sergilenirken gazeteci Özgen Acar tarafından izi bulundu. Dönemin Kültür bakanlığının uyarılması sonucu yaklaşık 40 milyon dolarlık masrafa yol açan hukuki süreçler sonunda Türkiye'ye 1993'de geri getirildi.

Kaçak olarak kazı yapanlarda, satanlarda hep talihsizlikler yaşadıkları için halk arasında da hazinenin laneti var olarak kabul edilir.
Dünyada eşi bulunmayan hazineye olan ilgisizliğin tanıtım eksikliğinden kaynaklandığı belirtiliyor. Uşak İl Kültür ve Turizm Müdürü Şerif Arıtürk, “Son beş yılda otellerimizde 16 bin 762 yabancı konaklamış. Bunlardan sadece 769’u müzeyi ziyaret etmiş.” diyor. Çoğunluğu M.Ö. 7. yüzyılda kullanılan, yüzlerce altın sikkeden oluşan Karun Hazineleri, parayı icat eden Lidyalılara ait. Uşak’a 25 kilometre uzaklıktaki Güre köyünde 1966, 1967 ve 1968 yılında yapılan 3 kaçak kazıyla gün yüzüne çıkarılan hazine, o dönemde kaçakçılar tarafından Amerika’ya satılmıştı. 1985 yılında eserlerin 55 tanesi ABD’de Metropolitan Müzesi’nde sergilenince Türkiye Karun Hazineleri’yle ilgili çalışma başlattı. Müzenin depolarında saklanan eserleri almak için 1987’de dava açıldı. Müze yetkilileri 6 yıl süren davayı kaybedeceğini anlayınca 1993’te ‘Karun Hazineleri’ni Türkiye’ye iade etti. Eserler, 1996’dan beri Uşak Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Yer sıkıntısından dolayı onlarca eserin üst üste istiflendiği müzede, 35 bin 573 tarihî eser bulunuyor. Bu eserlerin yüzde 10’u sergileniyor. Müzede Karun Hazineleri’ne ait 450 adet eserden 300’ü sergileniyor.
B'ölüm -56-(55.Bölümden devam)
Ervin'in ikinci sorununda yanıtını biliyor olmasından dolayı Sellsozo biraz şaşırdı. Yüzündeki ani şaşkınlık belirtisi , böyle bir ihtimalin olamayacağı konusunda kendisini ikna edince geçti. Yüzü alaycı ama eğlenen bir ifadeye büründü. "Yaa, demek ikinci sorunun da yanıtını biliyorsun?"
"Evet, biliyorum" dedi Ervin. İçinden; kaybedecek birşeyi olmadığını düşünerek. Sonuçta doğru cevabı bilmeyle ilgili olarak yüzde elli şansı vardı. Ya gerçekten tahmin ettiği cevaptı ya da değil... Oysa yerinde bir matematikçi olsaydı kesin bu basit gerçeği göreceğine, olasılık hesaplıyor olacak böylece zamanını iyiden iyiye kaybedecekti.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
"Peki neymiş yanıtı söyle bakalım" , dedi Sellsozo.
"Sorduğun soru şuydu;" dedi Ervin:"onu yapanın ona ihtiyacı yoktur, onu alan istemez ve kullanmaz, onu kullanan da kullandığını bilmez.."
"Eee..", dedi umarsız bir tavırla istifini bozmadan Sellsozo ," Cevap ne?"
"Tabut..",dedi Ervin. Yüzü yine ani bir ifadeyle duraladı Sellsozo'nun; ardından gülümseyerek, "Evet.." dedi "Evet, kesinlikle doğru!"
Elleri olsaydı birbirine çarpıp, sevinçe Ervin'i alkışlayabilirdi. Sona yaklaşmışlardı . Her ikisi de... Eğer son soruyu bilirse Ervin hem sevdiklerini hem de kendi hayatını kurtarabilecek , Sellsozo'nun üzerindeki binlerce yıldır lanet de son bulacaktı.
"Ya son soru, haydi cevap ver, acele et, haydi..", diye neredeyse umutla yalvarma arasında bir tıslama ile ikirciklendi iyice Sellsozo.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Ervin, nerdeyse 80 yaşına yaklaşmıştı, ciğerindeki havanın; burnundan soluk borusuna oradan da ciğerlerine kadar girişini ve çıkışını , yani nefes alıp vermenin her kademesini hırıltılı bir şekilde de olsa hissediyordu. Nefesleri sıklaşmaya başlamıştı, göğsünde kalbine yakın bir yerde bir ağrı duyumsadı. titremesini kontrol edemediği sol elini yavaş hareketlerle sol göğsünün üzerine ağrının olduğu yere götürdü.
Sellsozo'nun son sorusu;"Hiç var olmadım, ama daima var olacağım, Beni asla hiç kimse görmedi, asla hiç kimse göremeyecek Yine de bu yerküresinde herkesin ümidi, Yaşayan ve nefes alan herkesin güvencesiyim.Bu nedir?" idi.
Ervin'in son soru hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Fiziksel olarak hızlı bir çökme yaşamaktaydı. Zamanın yıkıcılığının bu kadar hızlı bir şekilde olması normale dönse bile kendisinde kalıcı hasarlar bırakabilirdi.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Birden bire tüm bunları düşünürken, içinde bir şeyler kımıldadı. Tam midesinin üzerinden hafifçe bir şey bulunduğu yerden kalktı sanki ve ağır ağır vücudunu terk etmeye başladı. Bunu hissetti Ervin.Tüm hücrelerine kadar. Bunun tek anlamı vardı:Ölüyordu. Bu şok hali, bütün herşeyden uzaklaştırdı O'nu. Sellsozo'dan, mağaradan hatta babasından. Bir şey değildi sanki, bir nesne, bir kimlik, bir isim , sıfat , zamir dğeildi. Yalnızca ölüyordu. Ölümün asil soğukluğu karşısında eriyen bir kar tanesi gibiydi. O gittikçe yok olurken ölüm var oluyor, kendisinden varlığından boşalayan yere tezahür ediyor gibiydi. Gözlerinin feri gittikçe çekilirken, uzaktan ışıklı bir kapının açıldığını gördü. Oysa sanıyordu ki şu kısacık çocukluk hayatında yaşaıdğı bütün anılar kare kare tıpkı bir film gibi gözlerinin önünden geçecek. Ama hiç de öyle görünmüyordu.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Sayın OKU'yucu. Şimdi senden zor da olsa gözlerini kapatıp ölüm anını hayal etmeni istiyorum. Zihnini filmlerde gördüklerinden , sağda solda duyduklarından iyice arındır. Ölüyorsun. Ruhun vücudunu terk etmek üzere ve sen bunu hissedebiliyorsun. Bütün canlılar öleceğini hissedebilir çünkü. KEdiler, ölmeden evvel kendilerinin belirlediği bir yere giderler, sahiplerinin kendi cesedini görmelerini istemezler çünkü. İnsanlar da ölecekleri zaman bunu hissederler.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
İnsanlar ölürken yanında bulunanları güçlükle tanır ve bazen de hiç tanıyamaz. Bunun sebebi ölüm anındaki insanın akli kuvvetinin zayıflaması olduğu sanılıyorsa da, o değildir. Belki hayattakilerin katiyen anlayamadıkları ve anlayamayacakları bazı şeylerin o durumdaki insana açılması ve onun bütün mevcudiyetinin kendi benliğine çekilmesidir. Ölmek üzere olan hastada görülen ve yanındakiler tarafından anlaşılmayan yüz ifadeleri ve bazı sözler bu deruni hal ile ilgilidir. Yani onun görüp yanındakilerin göremedikleri hal ile ilgilidir. Bu konuyla ilgili ilginç aktarımlar söz konusudur;
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Bera ibn Azib, Ahzab Süresinin: “Ona (Allaha) kavuşacakları gün onlara (müminlere) sağlık dileği, (her türlü kederden) selamettir. 4 ayeti hakkında şöyle demektedir: “Buradaki selam, ölüm meleğinin, müminin ruhunu kabzedeceği zaman ona verdiği selamdır ki, ölüm meleği ona selamla azabdan eman vermedikçe ruhunu kabzetmez.5 Ölüm meleği insanın ruhunu almaya gelince selam verir, sonra kendisine ahiretteki makamı gösterilir. İnsanlar kabir ve beka alemindeki durumlarını bu andan itibaren idrak ederler ki, Hz. Alinin: “Gideceği yeri bilmeden bir kimsenin bu dünyadan çıkması haramdır.” dediği rivayet edilmiştir.
Cabir b. Abdullahtan rivayet edilen bir hadisinde Peygamberimiz (sav) çölde yaşayan Araplardan birisinin Yunus Suresindeki: “Onlar için dünya hayatında da ahirette de müjdeler vardır.” 6 ayetini sorması üzerine, ayetteki ahiret müjdesinden kastın, müminin ölümü anında müjdelenmesi olduğunu belirtmiştir. 7
Hz. Ayşe validemizin rivayet ettiği hadisi şeriflerinde ise Peygamberimiz (sav), her kese ölüm zamanında makamının gösterileceğini, makamını görünce müminin Allaha kavuşmayı sevip isteyeceğini; kafirin ise bunu kerih göreceğini haber vermiştir. Peygamberimizin (sav) : “Kim Allaha kavuşmayı isterse (severse) Allah da ona kavuşmayı sever ve kim de Allaha kavuşmayı çirkin görür (hoşlanmazsa) Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.” buyurunca Hz. Ayşe: “Ya Resulallah hepimizde ölümü sevmeyiz.” dedi. Buyurdu ki: “O manada değil. Bu, kişinin ölüm zamanındandır ki, müminin can verme anında Allahın rahmeti, rızası ve cenneti ile müjdelendiği zaman Allaha kavuşmayı arzu eder ve Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Kafir ise Allahın azabı ve gazabı ile müjdelendiği zaman, Allaha kavuşmaktan ve Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.” 8 Peygamberimiz (sav) yine Hz. Ayşenin rivayet ettiği diğer bir hadislerinde: “Hiçbir Peygamber ruhu cennetteki yerini görünceye kadar kabz olunmaz.” buyurmuştur ki, kendisinin son sözünün “refikul ala” olması da 9 cennetteki makamının kendisine gösterildiğine delildir.
Kuranı Kerim de insanların ölüm anında karşılaşacakları lütuf, müjde ve cezaya açık işaretler vardır. Bu, dünya hayatında iken takdim ettikleri amellere göre ve yaptıkları hayır ve şerlere göre olacaktır. “Ama ölüm, mukarrabundan (hayırda ileri geçeceklerinden) ise, artık onun için bir rahatlık, hoş rızık ve Naim Cenneti (nimetleri bitmez bir cennet) vardır.” 10 ayetindeki rahatlığın ölüm anında olacağı bildirilmektedir. “Ama ölü, inkar eden sapıklardan (mükezzibinden) ise ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır.” 11 ayetindeki azab da ölüm anındandır ve ahirette de onu Cehennem azabı beklemektedir. 12 Tabiin müfessirlerinden olan Mücahid, Fussilet Süresindeki: “Gerçekten Rabbimiz Allahtır, deyip de sonra sebat gösterenler (ve salih amel işleyenler var ya), onların üzerine (ölüm anında); Korkmayın, mahzun olmayın, va’d olunduğunuz Cennetle müjdelenin, diye melekler inecektir.13 ayetinde bildirilen durumun, ölüm anında olduğunu söylemiştir. 14 Buradaki müjdenin, ölüm anında, kabirde ve kıyamette (ba’ste) korkunca olmak üzere üç yerde olduğunu söyleyen müfessirler vardır. 15
İşte bütün bunlar, ölüm anında iyilerden ve kurtuluş ehlinden olan müminlerin melekler tarafından rahmet ve müjdeyle karşılanacaklarının delilidir.
Böylece ölümü anında kişinin makamını görüp haz veya elem duyması ile nimet ve azapla başlar. 17 Artık o andan itibaren tevbe kapısı kapanır ve makamını gördükten sonra iman bile makbul olmaz. 18 Çünkü imanın değeri, ğayba iman edilmesi sebebiyledir. 19 Kuranı Kerim müminleri överken “ğayba iman edenler” diye vasıflandırmaktadır. Ahiretteki azabı gördükten sonraki iman, ğayba iman olmadığı için makbul değildir. Nitekim Firavn da son anında, boğulurken iman etmek istemiş, ama bu, Allah tarafından kabul edilmemeiştir. 20 Yunus Suresinde de azabı gördükten sonra iman ettik diyenlere imanlarının fayda vermeyeceği açıkça bildirilmektedir.
Gerçekten de inançlı insanların ifadelerine baktığınızda kendi hayalini kurduğunuz ölüm anından hemen sonra, ölümün sizi nerede ve nasıl yakalayacağını bilemeyeceğiniz için, o günü son gününüzmüş gibi yaşamaya gayret etmelisiniz. En azından kendinizle barışık bir şekilde geçirmelisiniz hayatı. Neyse Ervin'e geri dönelim. Nasılsa ölmeyeceğini biliyorsunuz ama ölüm anına bu kadar yakınlaşmışken nasıl kurtulduunu bilmiyorsunuz. Eh , okumaya devam etmeniz de bu yüzden gerekiyor ya..
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Ervin, son bir gayretle kafasını kaldırıp Sellsozo'nun yüzüne çevirdi yüzünü, göreceği son şey anlaşılan sonunun başlangıcına start veren yüz olacaktı. "Demek.." dedi içinden, "Yarın hiç olmayacak benim için. Bir daha yarını hiç göremeyeceğim. " Birden, dudaklarının kendiliğinden kımıldadığını ve ağzından belli belirsiz fısıltıyla "Yarın.." kelimesinin çıktığını duydu. Kendiliğinden söylemişti bu sözü... Bilinç ya da bilinçdışılıktan uzak... Sadece ölüm gibi; sıradan, aniden ve kendiliğinden...
Sellsozo, "YARIN! Evet, evet , evet , cevap buuuuu", diye bağırdı.
Ve o anda herşey durdu. Kainat durdu, hareket durdu, günün gecenin peşinden koşuşturması, ağaçları kemiren kurtçuklar, dönen gezegenler, atomlar, elektron ve protonlar, bilgi akışları,aşklar ve aşıklar, ayrılıklar ve terkler, acılar , hüzünler, neşeler, sevinçler, hayalkırıklıkları ve güzel süprizler, okula giden çocuklar, havadaki kuşlar, mağmanın yeraltı hareketleri, doğumlar, ölümler, yaşamalar..hepsi durdu.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑ (devam edecek)
Bölüm -55-(Bölüm 54'den devam ile)
İlk soruya yoğunlaşmalıyım diye düşündü. İlk soru neydi,"Sabahleyin dört ayak, öğlenleyin iki ayak ve akşamleyin üç ayak üzerinde yürüyen ve ayak sayısı arttıkça güçten düşen nedir? " Beyninin içinde soru sürekli döneniyor sanki yağız bri elmayı kemiren kurt gibi beynin her yanına girip çıkıp bir cevap arıyordu. Hızlı hızlı nefes alıp vermeye başlamıştı. Beynine daha çok oksijen göndermesi gerektiğini bilinçdışı bir refleks ile biliyordu sanki. Bununla birlikte geçen her saniye biraz daha yaşlandığını da hissedebiliyordu.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
İnsan Beyninin nasıl çalıştığını hiç düşünmüşmüydünüz? düşünmemiş olsanız da düşünmüş olsanızda sayın OKU'yucu şu an da beyniniz çalışıyor. Peki bakalım nasıl çalışıyor? Beynin çalışmasıyla ilgili temel bulgular beyin dalgaları adı verilen bir çeşit elektrosinyallerin gözlemlenmesi sonucu oluştu. Elektroensefalografi (EEG) adı verilen aletin kafaya bağlanarak alınan kayıtlarda beyin dalgaları ortaya çıkar. Saniyede ortaya çıkan dalga sıklığına yada sayısına (frekans) göre adlandırılırlar.

Teta: Sıklığı 3,5-7,5’dir. Yavaş aktivitedir. Kabaca “hayal” dalgası denebilir. Görüldüğü haller; meditasyon, dua etme, hayal kurma, duygulanım halinde vb.. durumlarda belirgindir. Uyku ile uyanıklık arasındadır. Uykuda ve 13 yaşına kadar olan çocuklarda görülmesi normaldir. Beyinde limbik sistem ve hipokampal bölge aktivitesini gösterdiği düşünülmektedir. Gerginlik hali ve davranış bozukluklarında görülebilir. Araba örneğinde 2.vitese benzetilebilir.
Alfa: Sıklığı 7,5-13’tür.Normalde sakin (relax) yetişkinlerde görülür. Kafanın arka kısmında (oksipital bölge) en belirgindir. İyi alfa üretimi uyanıklığı, mental dinginliği, dışa dönüklüğü, gerçekçiliği ifade eder. Öğrenme ve bilgiyi kullanmada önemlidir. Gözler kapalı ve derin soluk alma sırasında alfa dalgasının gücü artar. Düşünme ve problem çözmede azalır. Araba örneğinde, aslında “boş vitestir”. Tüm dalgalara- viteslere- geçebilir.
Beta: 14-36 sıklığında ortaya çıkar. Hızlı aktivitedir. En çok kafanın ön bölümlerinde(frontal) görülür. Beyin dış yuzeyi(korteks) hasara uğramışsa gücü azalır yada görülmez. Uyanıklığın yada gerginliğin göstergesidir. Göz açık iken analitik problem çözümü, yargılama, karar verme, sesleri dinleme sırasında güçlenir. Araba örneginde “yüksek deviri” ifade eder.
Düşük beta: 12-15 sıklığındadır. Hareketsiz iken dikkatli olmak bu dalganın ortaya çıktığı en iyi durumdur.(satranç).
Orta beta: 15-18. Mental aktivite.
Yüksek beta:18-36. Aşırı konsantrasyon. Uyarı halinde olma, ajitasyon.
Gama:36 ve üstü.
Beyin dalgaları nasıl oluşur ?
Beyin, nöron adı verilen sinir hücrelerinden ve glia denen destek hücrelerden oluşmuştur. Beyinde yer alan nöron sayısı 100 milyardır. Beyin çalışması nöronlar arasındaki iletişim ile sağlanır. Bu iletişim nöronların kendi aralarında ve kendi içinde gerçekleşir.
Nöron yapısını 3 bölüm oluşturur. Hücre gövdesi(soma), dendrit( hücre gövdesinden çıkan ışınsal uzantılar) ve akson (ana uzantı).
Dendrit diğer nöronlardan aldığı bilgiyi hücre gövdesine bildirir. Buradan akson aracılığı ile diğer nöronlara ulaşır.

Aksonda bilgi elektrik akımı ile ilerler. Bu iletim sırasında ortaya çıkan potansiyel fark beyin dalgalarını oluşturur. Neurofeedback beyin dalgalarını etkileyerek fayda gösterir.
Aksonun bitim noktasında yeralan nörotransmitter içerikli veziküller, aksonal iletimin etkisi ile sinaptik aralığa açılırlar. Nörotrans- mitterler burada yer alan komşu nöron dendritine bağlanarak iletimin bir sonraki nörona aktarılmasını sağlarlar. Ardından nörotransmiterler buradaki reseptörlerden ayrılarak salındıkları akson bitiminden geri alınırlar.
İlaçlar buradaki reseptörlere etki ederler. Örneğin, seratonin geri alınım inhibitörü olan antidepresanlar, salınan nörotransmitterlerin (seratonin) geri alınmasını önleyerek sinaptik aralıkta daha uzun süre kalmalarına yol açarlar. Bu kadar bilgilendirmenin sonrasında meraklısı için önerebileceğim hoş bir link var: http://www.nationalgeographic.com.tr/ngm/0711/multimedia_hafiza2.aspx?Konu=1
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Ervin; babasının kendisine çocukken anlattığı bir öyküyü anımsadı. Öyküde geçen soruya çok benziyordu ilk soru; Sphinx'in sorusuna..Ervin hafızasını zorlayarak soruyu tam olarak anımsamaya çalıştı. Hafızasında hayal meyal anımsadığı o günlere gitti. Yatağında yatarken , Bulgaristan'da herşey çok ama çok güzelken anne ve babası sırayla kendisine hikaye anlatırlardı. O da bol bol düşlerdi anlatılanları.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Bu arada Sphinx yani sfenks, Yunanlılara göre kötü şans, yıkım ve ölüm getiren bir ifrittir. Yunan mitolojisine göre Typhon (Gaia'nın (Gaea) Tartarus'tan olma son oğludur. Hesiod'a göre Typhon ve Typhoeus birbirinden farklı iki yaratıktır, bazı mitologlara göre ikisi aynı canavardır. Typhon, her bir ağzında siyah renkte dilleri olan yüzlerce yılana benzer başı ve kanatlı ejderha gövdesiyle dev bir canavardı. Her birinden yılan zehiri akan korkunç ve kör edici ışıklar saçan gözleri vardı. Ağzından ejderhalardaki gibi alev ve buhar çıkartır, yürürken bacaklarından yüzlerce yılan yerlere saçılırdı. Ölümsüz olan Typhon, son derece yıkıcı kasırgalar oluşturabilen bir yaratıktı.) ve Echidna'nın (Echidna -Yunanca Έχιδνα, dişi engerek demek-, Yunan mitolojisinde yer alan çoğu canavarın annesidir. Tartarus ve Gaia'nın kızı olup, güzel bir kadın yüzüne ve sürüngen vücuduna sahiptir.) çocuğudur. Bu dişi yaratığın, bazen başı kadın olan kanatlı bir aslan, bazen de gögüsleri ve kafası bir kadına ait, pençeleri bir aslanın pençeleri, yılanınki gibi bir kuyruğu olan ve kanatlı bir yaratık olarak tasvir edilir...

Thenes şehri yakınlarında yüksek bir kayada oturan sphinx yoldan gelip geçenlere bilmeceler sorarak avına düşürürmüş yolcuları. Sorularından biri "sabahleyin dört, öğleyin iki, akşam ise üç ayaklı olan yaratık kimdir"...Her kim soruyu bilemezse sphinx cezalandırıyormuş fena bir şekilde. Sonunda oedipus'la karşılaşmış ve bilmecenin yanıtını ondan almıştır. Sphinx ismi eski greekcede da sphingo'dan gelir ki anlamı bogazlayan demektir... Eski Asur mitlerinde ise sphinx tapınak girişlerinin koruyucusu olarak görülürdü.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Ervin'in vücudu neredeyse 50 yaşlarına kadar varmıştı. Hala gözünün önündeki sorunun yanıtını bulamamıştı oysa. Son bir çaresizlik içinde babasına döndü. Babasıyla göz göze geldi. Göz göze geldiğinde babasının gözlerindeki ifadeden birden bire anımsadı."Buldum!" Yüzü birden bire aydınlanmıştı. Kahkahayla sıçrayıp," Buldum!", diye bağırdı yeniden. Ancak,birden vücudunun bu ani harekete izin veremeyecek kadar yıprandığını duyumsadı. Sırtından ayakparmağına kadar bir kramp girdi, bıçak sokulur gibi. Yüzü değişti. Acıyla kavrulmuş sırtına götürdü elini. Sellsozo'ya dönüp," Cevap: İnsan ! "dedi. "Doğduğunda 4 ayaklıdır, sonra iki ayaklı olur, sonra yaşlanır ve bastonuyla 3 ayaklı hale gelir."
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Sellsozo, dudak büktü. "Pekala ", dedi." Sfenksin hikayesini biliyorsun anlaşılan. Sevdiğim sorulardan briydi ama ne yapalım. Diğer ikisi için zamanın neredeyse bitmek üzere. Bu hızla yaşlanmaya devam edersen cevaplarını bulabilsen bile söyleyemeyeceksin korkarım."Ervin, "diğer sorunun yanıtını da biliyorum ", dedi. "ikinci sorunun da yanıtını biliyorum."
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩(devam edecek)
Bölüm -54- (53.bölümden devam)
Ervin'in üzerinden hissettiği ağırlık kalktığında babasının yanına gitti. Ona dokunmaya çalışırken sadece elinin üzerinde bir ağırlık hissetti ve parmaklarını çok yavaş kımıldatabildiğini gördü. Kafasını çevirip kapıdaki yüze baktığında Sellsozo'nun kendisini seyrettiğini gördü. "Boşuna uğraşma delikanlı, baban manyetik alanımın içinde. Seni algılayamaz. Tıpkı diğerleri gibi. " dedi aynı çatalaşmış tıslama benzeri dişil sesiyle. "Ama bu nasıl olur, ona zarar verirsen..." KAşları çatılmış, yüzü bembeyaz olmuş yumruklarını sıkmıştı Ervin. Kalbi hızlı hızlı atıyordu . Bir yandan öfkelenmiş, bir yandan da korku bütün vücudunu sarmıştı. Savaş- yada kaç tepkisine tamamen hazırdı vücudu.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Selye, bedenin stresli durumlarda verdiği üç aşamalı tepkiyi "Genel Uyum Sendromu"olarak adlandırmıştır. Bu kurama göre, organizmanın strese tepkisi üç aşamada gelişir.Bunlar alarm tepkisi, direnme ve tükenme aşamalarıdır.
Alarm Aşaması: Birey bir stres kaynağı ile karşılaştığında, sempatik sinir sisteminin etkin hale gelmesi nedeniyle beden savaş ya da kaç tepkisi" gösterir.Savaş ya da kaç tepkisi sırasında bedende oluşan fiziksel ve kimyasal değişmeler sonucunda kişi, stres kaynağı ileyüzleşmeye ya da kaçmaya hazır hale gelir. Bu durum kalp atışlarının hızlanması,tansiyonun yükselmesi, solunumun hızlanması ve ani adrenalin salgılanması biçimindegelişir. Savaş ya da kaç tepkisinin ortaya çıktığı aşama, "alarm aşaması" olarak adlandırılır. Streste alarm aşamasında, stresi yaratan kaynaklar ve bunların yoğunluğu arttığı ölçüde stres eğrisi hızla normal direnç düzeyinin üzerine çıkarak normal davranıştan sapmanın ilk işaretleri verilmeye başlanır.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Eskilerin deyimiyle yüzün bembeyaz olmuş, betin benzin atmış deyimleir bu tepkinin gözle görülür etkilerinden meydana gelir. Aslında Vücut tam olarak karşılaşılan tehlike karşısında kişiyi, eğer kalıp da savaşacak ise ellerinden ve yüzünden kanı çekip bacaklara pompalar. Bu ellerde ve yüzde-saldır ve darp alma riskinde kan kaybını en aza indirgemeye yönelik bir savunma, kaçmaya karar verirse de bacaklara pompalanan kan ile daha fazla oksijenin kaslara ulaştırılıp daha uzun süre ve hızlı koşabilemesine metabolizmayı hazırlamak içindir.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Direnme Aşaması: Alarm aşamasını, "uyum ya da direnme aşaması" izler. Stres kaynağına uyum sağlanırsa her şey normale döner. Bu aşamada kaybedilen enerji, yeniden kazanılmaya ve bedendeki tahribat giderilmeye çalışılır. Stresle başa çıkıldığında parasempatik sinir sistemi etkin olmaya başlar. Kalp atışı, tansiyon, solunum düzene girer,kas gerilimi azalır. Direnme aşamasında birey, strese karşı koymak için elinden gelen tüm gayreti ortaya koyar ve stresli bir insanın davranışlarını göstermektedir. Belirli bir süre bireyin davranışlarında ve yaşantısında bu durum gözlenebilir.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Tükenme Aşaması: Uyum aşamasındaki gerilim kaynakları ve bunların yoğunluk dereceleriazalmadığı sürece ya da artış gösterdikleri durumlarda bireyin gayreti kırılır vedavranışlarında ciddi derecede sapmalar ve hayal kırıklıklarının yaşandığı bir evreye girilir.Eğer stres kaynağı ile başa çıkılamaz ve uyum sağlanamaz ise, fiziksel kaynaklar kullanılamaz ve tükenme aşamasına geçilir. Tükenme aşamasında, parasempatik sinir sistemi etkindir. Kişi tükenmiştir ve stres kaynağı hala mevcuttur. Bu aşamada uzun süreli stres kaynakları ile mücadele edilemez ve kişi başka stres kaynaklarının etkilerine de açık hale gelir.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Sellsozo, gülümseyerek; "Cesaretin hoşuma gitti. Sana Üç soru soracağım, delikanlı. Eğer cevaplarını bilirsen sen de ben de istediklerimize kavuşacağız. Ben, bu durum hiç yaşanmamış gibi yavaşlatıp durduğum zamanı geri çevireceğim, ve kapıdan geçmenize izin vereceğim, ben de sonunda huzura kavuşabileceğim. O yüzden lanetin bozulması için sorularıma cevap vermeni umuyorum!" , dedi.
Ervin; "Tamam, hazırım" , dedi karnında midesinin hemen üstündeki ağırlığı hissederken. Sellsozo, sorularını sormaya hazırlanırken, Ervin ;"Ya bilemezsem?" , diye sordu. Sellsozo, "Bilsen iyi olur delikanlı. Yoksa siz de bu mağaranın sonu olmayan koridorlarından birine dönüşeceksiniz...", dedi.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
İlk Sorum"Sabahleyin dört ayak, öğlenleyin iki ayak ve akşamleyin üç ayak üzerinde yürüyen ve ayak sayısı arttıkça güçten düşen nedir? "bir süre soruyu iyice anlaması için durup bekledi; "İkinci sorum ;onu yapanın ona ihtiyacı yoktur, onu alan istemez ve kullanmaz, onu kullanan da kullandığını bilmez.." diye devam etti. "Ve son sorum;"Hiç var olmadım, ama daima var olacağım, Beni asla hiç kimse görmedi, asla hiç kimse göremeyecek Yine de bu yerküresinde herkesin ümidi, Yaşayan ve nefes alan herkesin güvencesiyim.Bu nedir?"
Sorular bittiğinde Ervin'e "Zamanın var, istersen burada ölene kadar soruların cevaplarını bekleyebilirsin. Ama uyarırım. Zaman onlar için ne kadar yavaş akıyorsa snein için ise o kadar hızlı akıyor. Normal dünya zamanına göre 2 saat içinde 80 yaşına gelip ölebilirsin. " ervin, gerçekten de ellerine baktı, hiç de 16 yaşındaki bir gencin ellerine benzemiyordu elleri. Şu an sanki 30larında felan olmalıydı. Ve gittikçe yaşlanıyordu, hızla. İçi panikle titredi. Bir an önce soruların cevaplarını bulmalıydı."
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(devan edecek)
Bölüm -53-(52.Bölümden devam)
Babası gözlerinin kendisine oynadığı bir oyun olup olmadığını anlamak için bir iki kırpıştırdı yeniden kapıya baktı. Kapıdaki yüze. Yüzdeki gözlere. Ve gözlerde hipnotize edecek derinlikte bir çift girdaba bakakaldı. Herkes önce kımıltısız bir heykel gibi duran Ali Bey’e ardından da kapıdaki yüze çeviriyordu kafasını. Ve her kim sellzoso’nun gözleriyle temas kursa bakışlarıyla kımıltısız heykellere dönüşüyordu. Mağara, ekip içine girmeden önceki yüzyıllar boyunca olduğu gibi yeniden sessizliğine bürünmüştü. Sellsozo’nun kapıdaki yüzü neredeyse iyiden iyiye gülümsüyordu, kapının iki yanında bulunan iki sütundaki mor ışınım, nefes alır verir gibi gittikçe güçlenen bir şekilde ışıyordu. Kapıdaki yüz canlanmış, neredeyse normal bir insan gibiydi.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Ervin, babasına baktı, kafasını çevirip babasına baktığında geçen süreç ona dakikalar gibi gelmişti. Sanki zaman çok atıllaşmış, hava çok yavaşlamıştı. Yoo sadece hava değildi yavaşlayan,kalbinin atışı, damarlarında dolaşan kan, içinde ve dışında ne varsa herşey, hepsi slow motion gibi git gide durma noktasına ivmeleniyordu. Sellsozo yüzyıllardır uykusunda olan lanetlenmiş kişi uyanmış, birisi 16 yaşında olmak üzere 13 tane yeni kurban edinmişti.
“Aranızda bakir biri var mı? ,diye sordu.
Sesi yılan tıslaması gibi çatallıydı. Ürkütücü, inleyen,dişil..
Yineledi sorusunu; “Aranızda bakir biri var mı?”
Kapıdan ve gözlerinden yayılan çekim gücü o kadar fazlaydı ki çenelerini açacak gücü hiç biri bulamadı kendisinde. Gözlerini sırayla her bir kişide çevirdi Sellzoso. Sıra Ervin’e geldiğinde duraladı. Dudağını büküp “Sen küçük insan” , dedi. “Sen bakirsin. O halde sorularıma cevap vermesi gereken kişi, sınanması gereken şahıs da sensin”
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Ervin üzerinde yavaşlık ve atıllık oluşturan basıncın git gide azaldığını hissetti. Sanki üzerinden görünmeyen bir basınç kayboluveriyordu hızlı bir şekilde. Küçükken karabasan gördüğü bir zamanı anımsadı. 6 yaşlarındaydı.Üzerinde bir ağırlık hissediyordu. Yüzüstü yattığı için kendisini bastırıp yatağa mıhlayanın ne olduğunu yada kim olduğunu göremiyordu. Gözleri açık olmasına rağmen bağıramıyor ve hareket edemiyordu. Kulağında garip bir uğultuyla birlikte üzerindeki, gücün gittikçe arttığını ve ağırlaştığını hissediyordu. İçinden sürekli olarak , annesini ve babasını çağırıyor, yardım istiyor, Allah’ın kendisini korumasını kurtarmasını istiyordu. Bir süre sonra ağırlık kendiliğinden kalkmıştı. İşte o an kontrolünü kaybettiği bedeninin yeniden efendisi olmuştu ama çok korktuğundan dudağındaki uöukla bir hafta gezmişti.
Olayı babasına anlattığında babası ona bir dahaki sefere korkmaması gerektiğini ve içinden kendisine öğreteceği duaları okumasını istemişti. Bu şekilde şimdi bile anımsadığı Felak ve NAss dualarıyla Ayetel Kürsi'yi ezberlemişti. O günden sonra 12 yaşında ve geçen sene yani 15 yaşına basmasından 2 ay sonra karabasan gelecek olmuş, gözlerini sımsıkı kapatarak bu duaları okumuş ve 6 yaşındaki çaresizliğini bir daha yaşamamıştı.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Sayın Oku'yucu; Karabasan ile ilgili olarak bilim adamlarının tanımlamarına bakalım öncelikle. Hemen herkesin yaşadığı bu olgu aşağıdaki gibi bir açıklamayla sizi tatmin edecek mi bilinmez ama size aslında böyle olmadığını kalbinizin derinliklerinden gelen ses fısıldıyor olmalı. NEdenini bilmediğiniz "şey"lere dair, bir önkabulünüz olacak ise bu ön kabulün rasyonel olması, akla yatkın olmasının ispatlanamaz bir inanç dahilinde yapılan açıklamalardan tamamen uzak olmadığını hatta aynı "olasılık" dahilinde olduğunu en azından kabul etmek zorundasınız.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Basit bir örnekle; şu an, bu satırları okurken, kalp krizi geçirme olasılığınız ile uzaylılar tarafından kaçırılma olasılığınız "aynı"dır. Sonuçta ikisi de "olasılık"tır. Asıl cehaletin, bu iki olasılığın üzerinden biri sırf akla daha yatkın diye birinin olasılık olduğu gerçeğini, içinde bulunulan gerçek ile değiştirilmesi ve gerçek olarak "inanılması" kısmı olduğunu söylemeliyim.. Ya inanmıyorsanız bu iki olasılığında olanaksızlığına hükmedersiniz yahut da inanıyorsanız, bari inanmaya değer bir düşsellikle devam edersiniz yaşamınıza.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Basitleştireyim izninizle; eğer öldükten sonra toprak olacaksak yada gerçekten de bir cennet var ise, bunu ancak öldüğümüzde anlayabileceğiz, değil mi? Güzel..Peki, şimdi soruyorum; madem ki bilip test edemeyeceğimiz bu sorunsalın tam da karşısında duruyorken ve bu iki "olasılığın" birini seçmem söz konusuyken, neden "toprak olacağım" olasılığını seçeyim ki? En azından diğerinde yaşam kalitemi yükseltecek ve ölüm gelip beni alana kadar "daha iyi bir yaşama "kavuşma ve yaşlamsal stressle psikolojik olarak daha kolay başa çıkabilme "faydam" mevcut olacak", diye düşünürdüm yerinizde olsaydım. Neyse konuyu çok dağıttım. Devam edelim, karabasan nedir?
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Uyku felci, uyandıktan hemen sonra (hypnopompic felç olarak da bilinir) veya, seyrek olarak, uykuya dalmadan hemen önce (hypnagogic felç olarak da bilinir), bedenin geçici olarak hareket edememesi (felç olması) ile karakterize edilen bir durumdur.Fizyolojik olarak, REM atonia olarak da bilinen REM uykusu sırasında oluşan normal felç ile yakından ilgilidir. Buna göre bazı bilim adamları ve fizikçiler bunun uyku döngüsünün "doğal" bir etkisi olduğuna inanır. Uyku felci beyin REM durumundan tamamen uyanık duruma geçse de beden felcinin devam etmesi durumunda oluşur. Bu durum, kişinin bilincinin tamamen açık olmasına rağmen hareket edememesine sebep olur. Ayrıca bu durum ile birlikte hypnagogic halüsinasyonlar olabilir.Çoğu zaman, uyku felcine uğraya kişi tarafından bunun bir rüya sebebiyle oluştuğuna inanılır. Bu yüzden, insanların hareket etmek istese de hareket edemediği rüya sayısı bu kadar fazladır. Uyku felcinin sebep olduğu halüsinasyonlar bazen durumun normal bir rüya olarak algılanmasına, bazen de oda içerisinde hayali şeyler görülmesine sebep olur.Belirtiler Uyku felcinin başlıca belirtisi uyanma öncesi veya uyuma öncesi görülen kısmı veya geçici iskelet kası felcidir. Diğer bir deyişle, bir kişinin uykuya dalarken veya uyanırken hareket edememesi veya konuşamaması hissidir. Uyku felci ile birlikte hypnagogic halüsinasyonlar olabilir. Bu halüsinasyonlar işitsel, dokunsal ve/veya görsel olabilir.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Uyku felci kişi tekrar REM uykusuna dönmeden önce veya tamamen uyanmadan önce birkaç saniye veya birkaç dakika sürebilir . Çok uç durumlarda, 4-5 saat sürdüğü de bilinmektedir.Olası Sebepleri Uyku felci, rüya gören bir kişinin rüyasında yaptığı hareketleri aynen yapmasını engellemek için REM uykusu süresince oluşur. Uyku felcinin fizyolojisi hakkında çok az şey bilinir. Bununla birlikte, uyku felcinin beynin pons bölgesindeki motor nöronların post-sinaptik inhibisyonu ile bağlantılı olduğu önerilmektedir. Özellikle, düşük seviye melatonin kasların uyarılmasını engelleyecek şekilde sinirlerdeki depolarizasyon akımı durdurabilir, ve rüyada yaşanan fiilin gerçekte yaşanmamasını sağlayabilir (mesela, rüyasında koştuğunu gören bir kişinin gerçekte koşmasını engellemek gibi).Ayrıca, bu düzensizliği yaşayanlar ve narkolepsiden muzdarip olanlar arasında belirgin bir ilişki vardır. Fakat, değişik çalışmalar çoğu insanın hayatlarında en az bir kez uyku felci yaşadığını göstermektedir.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Bazıları, değişik faktörlerin uyku felci ve halüsansyonların yaşanma olasılığını arttırdığını rapor etmişlerdir. Bunlar :
Sırtüstü yatmak
Düzensiz uyuma saatleri; şekerlemeler, çok veya az uyumak
Fazla stres
Ani çevre/yaşam tarzı değişiklikleri
Olaydan hemen önce görülen berrak rüya. Ayrıca berrak rüya durumuna girebilmek için kullanılan bilinçli indüksiyon yaygın bir yöntemdir. WILD olarak da bilinir.
Yapay uyku yardımcıları ve antihistaminler.
Bir başka inanışa göre ise;bir takım cinlerin veya metafizik varlıkların varlıklarını hissettirme, iletişime geçme, enerji çalmalarının söz konusu olduğunu belirtmeden de geçemeyeceğim. Biz en iyisi Ervin'e dönelim.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(devam edecek)
B'ölüm -52- (51'den DVM)
Babasının hala kapıdaki yüze odaklanmış, dalgın halinden sıyrılması için iki defa üst üste "Baba " diye seslenmesi gerekmişti Ervin'in. Ekipteki herkes kapıyı, ve kapının ihtişamlı görünümü susuz bir çöl bedevisinin suyu kana kana içmesi gibi gözleriyle neredeyse görmüyor, içiyordu. Yüzlerindeki ifade hepsinde aynıydı, şaşkınlık, hayranlık, merak..
Firavun TutankAmon'un efsanesiyle ilgili lanetin düşünden sıyrıldı Ervin'in ikinci seslenişinde. Ervin'e dönüp gülümsedi önce başını hafifçe öne eğip onaylar gibi ve hemen ardından ekibe kapıyla ilgili neler yapmaları gerektiğini anlattı. Işıklandırma kapının hemen önünde kurulacaktı ve kapıyı açmanın bir yolunu bulmak için hemen çalışmalara başlayacaklardı.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Küçük , mağaranın sapa dehlizindeki koridora sığabilecek kadar minimal bir çalışma masası, laptop , elektrik dinamosu gibi bir sürü ıvır zıvır, çalışmalarını kolaylaştırmak için hazırlanıyordu. Ervin, olup biteni seyrederken içinde garip bir his kendisini uyardı. Bugüne kadar babasıyla hangi mağaraya girmişlerse o mağaralarda mutlaka yarasalar olurdu. Ve elbette böcekler. Karanlığı seven, rutubetten hoşlanan binbir çeşit haşere. Pek çoğu tehlikeli olan, toz ve pislik içinde varlıklarını sürdüren. Mağaraya girdiklerinden beri ne bir tane haşere ne bir tane yarasa görmemişlerdi. Üstelik bu açıdan düşünmeye başladığında mağaranın bütün dehlizlerinin neredeyse tertemiz ve duvarlarından zamanın ve dış etkilerin aşımından ortada tek bir delil, bir tanecik bile bir iz yoktu.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Tam bunu fark edip babasına soracaktı ki, babasıyla göz göze geldiler. " Sende fark ettin değil mi? ". Babasının kendisine neyi sorduğunu biliyordu.
" Evet, baba..Ama Neden, hiç anlamıyorum?"
Babası," sanırım bunu kapıyı açtığımızda anlayacağız. "dedi. Ardından dönüp çalışmalarını sürdüren ekibe , "Oğlum bir konuda haklı, belki sizde fark ettiniz, mağarada olması gereken yarasalar ve böcek türü dahil hiç bir canlının ne kendisi ne de burada yaşamış olduğuna dair bir iz yok. Bu size garip gelmiş olmalı. Ama daha önce girdiğim bir mağarada daha benzer bir durumla karşılaşmıştım. Böcekleri ve ona benzer mahlukları uzak tutacak bir takım önlemleri mağarada daha önceden yaşayanlar tarafından alınmış olabilir. Gerçi aldıkları önlemlerin sürelerinin bu kadar uzun süre dayanması şaşırtıcı ."
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
"Nasıl önlemler?" diye sordu Hüseyin.
"Devekuşu yumurtası gibi." ,dedi. " Yumurtanın içini boşaltmadan bozulması sağlandığında, konulan mekanda örümcek ve haşerelere karşı kovucu özelliği ortaya çıkıyor. Hatta bu yumurtalar Osmanlı'da da kullanılmış. Mimar Sinan'ın eserlerine baktığımızda kubbelere devekuşu yumurtaları konulduğunu görüyoruz. Bu mekanlara örümcekler giremiyor ve dolayısıyla ağ öremiyor."
"Baba Sellsozo ne?" diye birden bire sordu Ervin.
Babası gülümseyerek, "Eski çok eski bir efsane kişisidir Sellsozo, Ervin. Kendisine peygamberlik verilecek kadar iyi biriyken şeytan onu kandırır ve o kendisine verilen ayetlerden sıyrılıp çıkar. Ardından şeytanın kullandığı ve ölme şansı kıyamete bırakılan bir köle olur. Yaptığından çok pişmanlık duysada şeytanın kölesidir ve azat edilmesi için sahibi olan şeytandan kurtulması gerekir. Uzunca bir süre şeytandan gizli gizli kendisini kurtaracak bir yol, yöntem arar. Sonunda bulur da. Kendisini somutluğundan önce kurtaracak ardından bir nesneye hapsedecektir. Bu nesnenin sahibine hizmet etmek zorundadır ve bu ancak bir insan olabilir. Eğer günün birinde bir insan onun sınamasından geçip de kendisinin sahibi olma şansına erişirse üzerindeki lanet kalkacak ve bütün güçlerinden ölümsüzlüğünden vazgeçme pahasına dünyadaki ezasından kurtulacaktır. Aslında daha detaylı bir takım ayrıntıları da mevcut Sellsozo ile ama , sonuçta sadece bir söylence. "
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Babası, Ali Bey; son cümlesini önemsemiyormuş gibi omuz silkip söylese de anlattığı "söylenceye" inandığını görebildi Ervin. Ali Bey;Tutankhamon'un efsanesinde ki gibi cehaletle gizeme, bilinmeyene duyulan meraktan kaynaklı olan, "bilinmeyen şeylere " dogmatik inanışın yanlışlığını biliyor olsa da Sellsozo'nun efsanesine bir şekilde inanmaktan kendisini alıkoyamıyordu. Kendi içinde mantığıyla hislerini çatıştıracak kadar takıntı haline getirmişti bu efsaneyi. O tam anlamıyla bir bilim adamıydı. Buna karşın, evet, bir yaratıcı ve dine inanırdı- zira ona göre test edip sonucu asla ispatlanamayacak şeyin tam tersi de ispatlanamaz ise, o var olduğuna inanmayı yok olduğuna inanmayı yeğlerdi-Ancak söz konusu söylenceler ve efsaneler olursa bu konuda net ve kestirip atan bir yaklaşımı benimsemişti. Yine de garip bir yerlerde biliyordu ki bu efsane aslında gerçeğin ta kendisiydi. Bunun için gereken kanıt henüz eline geçememiş ise de bir gün kaderinde bir yerlerde kesişeceklerine inanıyordu SellSozo ile.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Ali Bey, Ervin'den gözlerini ayırıp kapıya çevirdiğinde Sellsozo'nun yüzü olduğuna neredeyse emin olduğu maskla göz göze geldi. Kabartma yüzün en ince detaylı neredeyse gerçek gibi görünen hatlarına hızlı bir bakış attı ve tam gözlerini çevirecekken gözleri faltaşı gibi açıldı. Maskın gözlerinin oynadığını ve hafifçe kendisine bakarak gülümsediğini görmüştü!
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑ (Devam edecek)
B'ölüm -51- (50. bölümden devam)


* Gizeme meraklılarının oluşturduğu site ve yazdıkları kitaplara göre; kontun ölümünden sonra Marie Corcill adlı bir romancı lanet tezini ortaya atan ilk isimdir. Mezarın açılışına katılan herkes lanete uğrayacaktı. Romancının kehaneti gerçekleşti (!)





B'ölüm -50- (49.dan devam ile)

Ali Murat Güven'in o kıvrak kaleminden efsanenin ana hatlarını okuyalım, daha sonra hem Ali Murat Güven'in gözünden kaçan hem de kafaları karıştıran 'detaylara' bir göz atalım.
๑۩۞۩๑Tutank Amon'un 'bilimsel' laneti ๑۩۞۩๑
M.Ö. 1334-1315 yılları arasında yaşayan Tutank Amon, Eski Mısır'ın en genç yaşta ölen firavunuydu. Ve 1922 yılında mezarını büyük bir tantanayla açarak onu 3300 yıllık uykusundan uyandıran en az üç düzine araştırmacı, bu olaydan çok kısa bir süre sonra ard arda hayatlarını kaybettiler. Arkeoloji dünyası uluslararası kamuoyunda hızla yayılan "lanet" söylentilerini ısrarla reddetmesine karşın, bu beklenmedik ölümlere yıllarca mantıklı bir açıklama da getiremedi.
Oysa, vaktiyle firavunu lahitine yerleştirenler, onu akıllara durgunluk veren bir savunma mekanizmasıyla kuşatmışlardı. Howard Carter, "Bugün kapıyı kırıp içeri gireceğiz" dediğinde bütün ekibi hem derin bir korku, hem de heyecan dalgası kapladı. Bir aydan bu yana süren yorucu kazının ardından, arkeoloji tarihinin en büyük keşiflerinden biriyle aralarında artık yalnızca bu devâsâ taş blok kalmıştı. Gece yarısına kadar süren sabırlı çalışmalardan sonra, gün boyu taş bloğa belki binlerce kez vurmuş olan Mısırlı işçiler nihayet "altın vuruş"u yaptılar. Balyoz, son savruluşunda, hemen hemen 3300 yıldır içine hiç taze hava girmemiş olan odaya dalıverdi.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Heyecandan boğulmak üzere olan Carter, büyük bir sabırsızlık içinde kapıda açılan deliği genişletti; içinden geçebileceği büyüklüğe getirince de elindeki fenerle yerin 16 metre altındaki mezar odasına daldı. İlk izlenimleri olağanüstüydü. Başını nereye çevirse göz kamaştırıcı bir kraliyet hazinesinin parçalarıyla karşılaşıyordu. Başta taht olmak üzere, her biri som altından yapılmış olan bir sürü kişisel eşya odanın dört bir yanına özenle dizilmiş durumdaydı. Arkeoloji tarihinin -henüz hırsızlar tarafından yağmalanmamış- ilk firavun mezarına girme onuru, artık sonsuza dek kendisine aitti.
Ardından, köşede duran lahiti farkederek heyecan içinde yanıbaşına koştu. Çevresindeki duvarlar hiyerogliflerle donatılmış olan lahit, mükemmel biçimde yontulmuş bir kuvars bloğundan yapılmıştı. Genç firavun da içindeki altın bir sandukanın içinde, gömüldüğü günkü mühürlerine o ana dek hiç dokunulmamış bir hâlde yatıyordu. İngiliz araştırmacı, duvardaki hiyerogliflere üstünkörü bir göz attığında ise şu cümleyi okuyacaktı: "Ölüm, firavunların huzurunu bozanı kanatlarla katledecektir." Sonra başını yeniden lahite çevirdiğinde, hemen baş kısmında som altından bir lamba gördü. Onun üzerinde de "Gizli odaya girilmesini önleyeceğim. Benim görevim ölüyü korumak" yazıyordu. Deneyimli bir arkeolog olarak, bu tehditkâr sözlerin eski Mısır mezarlarının içini düzenleyen rahiplerin mezar soyguncularına yönelik korkutma amaçlı geleneksel uyarıları olduğunu düşündü, ardında da dışarıda sabırsızlık içinde bekleşen ekibine seslendi: "Başardık! Dünya bugünü asla unutmayacak!"
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Dünyanın gerçekten de hiç unutmayacağı ve sonradan sık sık tartışmaya açacağı o gün, takvimler 26 Kasım 1922'yi göstermekteydi. Eski Mısır'ın 16. firavunu Tutank Amon, ölümünden yaklaşık 3300 yıl sonra bütün kişisel hazineleri ve sırlarıyla birlikte yeniden gün ışığına çıkıyordu. 'Lanet' dalgası başlıyor İngiliz arkeolog Howard Carter, 17 yaşından bu yana Mısır'da yaşayan, o tarihe dek yüzlerce kazıya katılmış deneyimli bir Eski Mısır uzmanıydı. Tutank Amon mezarı kazısını da bu ülkede tesadüfen tanıştığı soylu ve maceraperest Lord Carnavaron'un sağladığı mâlî destek sayesinde gerçekleştirmişti. Carter'i tam 15 yıl boyunca büyük bir arkeolojik keşif yapması için sabırla finanse eden Lord, mezar odasına girildiği gün de onun yanındaydı.
Bu büyük keşfi bir kaç gün içinde dünya medyasına duyuran ikilinin olaydan duyduğu büyük sevinç, kısa sürede yerini gerilime ve karşılıklı suçlamalara bıraktı. Yıllardır süregelen ve çevrelerindeki herkes açısından sarsılmaz gibi görünen bu dostluk bir anda bozulmuştu. Sonunda da oldukça şiddetli bir kavgayla yollarını ayırdılar. Mezarın açılmasından yalnızca dört ay sonra, kendine iyi bakan zinde biri olarak tanınan Lord Carnavaron, Kahire'deki Continental Savoy Oteli'nde âni bir komaya girerek öldü. İlk teşhis "kan zehirlenmesi" yönündeydi. Sonradan alınan bir haberle, Lord'un Kahire'den binlerce kilometre uzaktaki İskoçya'daki malikânesinde bulunan çoban köpeğinin de aynı dakikalarda titremeye başladığı ve kısa süre içinde öldüğü öğrenilecekti. Bu olay, İngiltere'de özellikle The Times gazetesinin kazı ve sonrasında olanları "Tutank Amon'un laneti" ifadesiyle başlığa çıkarmasına yol açtı.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Genç firavunun mezarıyla şu ya da bu biçimde teması olanların başına gelen âni ölümler, sonraki günler ve haftalarda da şaşırtıcı bir sıklıkla devam etti. Öldüğü ana kadar Lord Carnavaron'a bakan İngiliz hemşire, 1926 yaşında henüz 28 yaşındayken doğum yaparken öldü. Mezarın açılışında bulunan Amerikalı milyarder George Jay Gold, kısa bir süre sonra oraya yaptığı yeni bir ziyaretin hemen ardından ateşlenerek bölgede son nefesini verdi. Fransız arkeolog Prof. La Fleur'ün akıbeti de tıpatıp aynı oldu. O da Krallar Vadisi'nde mezarı incelediği gün otel odasında âni bir şokla öldü. Arkeolog Carter'ın yardımcılarından biri olan C. Mace, mezarda çalıştıkça sık sık ateş nöbetlerine tutulmaya başlamıştı. 1924 yılında artık daha fazla çalışamayacağını farkederek, ekipten ayrıldı ve inzivaya çekildi. Bu arkeolog da 1928 yılında yine ateşli bir hastalıktan öldü. Carter'ın diğer yardımcısı olan 45 yaşındaki Richard Bethel ise keşiften kısa bir süre sonra "kan dolaşımı yetersizliği" gibi yaşına ve sağlık durumuna hiç uymayan bir teşhisle hayata vedâ edecekti.
Bir kaç yıl içinde ard arda yaşanan bu ölümlere karşılık, paçayı kurtaran bazı ekip üyeleri de vardı. Sözgelimi tıpkı Carter gibi James Henry Breasted de kazı sonrasında çok ağır ateşli hastalıklar geçirdi; ancak ölümü yenerek normal hayatına devam etmeyi başardı. Sonunda bu "lanet" öyküsü The Times'ın sayfalarını aşıp uluslar arası bir söylentiye dönüştüğünde, bazı bilim adamları yarım gönülle de olsa konuyu inceleme gereğini duydular. Kahire Üniversitesi'nden Dr. İzzettin Taha, yıllar sonra konuyla bilimsel olarak ilgilendi. Yaptığı araştırmalarda ulaştığı bulgular ise son derece ilginçti. Mısırlı araştırmacı, mezar odasıyla bir biçimde teması olan bütün insanların ciğerlerinde özel bir mantar hastalığı türünün geliştiğini farketti. Vücuda girdikten sonra yüksek ateşe yol açan bu bakteri, kişinin solunum sistemini kilitliyor ve boğularak ölmesine yol açıyordu.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Lanet öykülerine asla prim vermeyen Taha, bunların etkili zehirler üretme konusunda gayet mahir olan eski Mısırlıların mezar odalarına kurdukları biyolojik tuzaklardan kaynaklandığını savunuyordu. Bu kez, bilim dünyasında belli ölçüde ilgi gördü ve benimsendi. Öte yandan, kaderin acı bir cilvesi sonucunda, bulgusu bir süre sonra Taha'nın kendi ölümünde de doğrulanacaktı. Kahire'den Süveyş'e giderken düz yolda bir kamyonla çarpışarak hayatını kaybeden araştırmacıya otopsi yapıldığında, ölümünden saniyeler önce solunumunun durduğu anlaşıldı. Tutank Amon ile ilgili en trajik ölüm ise 1972 yılında yaşandı. Firavun hazineleri sergilenmek üzere Londra'ya gönderilirken bir İngiliz gazeteci tarafından kendisine "lanet" öyküsü sorulan Mısır Eski Eserler Dairesi Başkanı Dr. Kemaleddin Mehrez, "Bana bir bakın hele" dedi alaycı bir ifadeyle, "Ömrüm boyunca düzinelerce mezara girip çıktım, sayısız mumyaya dokundum. Herhangi bir lanet etkisi görebiliyor musunuz? Benim sağlığım, bütün bunların birer tesadüf olduğunun en iyi kanıtıdır."
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Mehrez, bu sözleri söyledikten dört hafta sonra, eserlerin son partisi de uçakla İngiltere'ye gönderilirken henüz 52 yaşında solunum yetmezliğinden öldü. 1980 yılında "lanet"i konu olan bir filmin başrol oyuncusu olan İngiliz aktör Ian Mc Shane, Kahire'deki çekimlerin daha ilk gününde bir at arabasının üzerine devrilmesi sonucunda yaralandı ve bacağı on ayrı yerden kırıldı. Bu olay üzerine filmin pek çok oyuncusu projede görev almaktan vazgeçecekti
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑ (devam edecek)
B'ölüm -49- (önceki bölümden devamla)
Görkemli bir kapıydı karşılaştığı. Ancak kapının ne bir kolu vardı ne de bildiği kapılara benzer açılmasını sağlayacak bir düzeneği. Kirişlere oturtulmuş mermerimsi 2 ana sütuna benzeyen ve garip bir ışınımla, nefes alır verir gibi çok soluk bir mor ışık yanıp sönüyordu sanki bu sütunların içinde.. İki kanadının üzerinde de simetrik olarak işlenmiş semboller vardı. Kapının ortasında, sembollerin çevrelediği bir de bir yüz..Çok estetik çok güzel bir yüz. Kadın mı erkek mi olduğu anlaşılmayan yüzün, bakışları sanki canlıymış ve kendilerini izliyormuş gibi. O güne kadar böylesi bir yüz görmemişti Ervin. Babası sanki hipnotize olmuş gibi kapıya bakıyordu. Yavaşça babasının yanına sokuldu Ervin. Sessizliği ilk bozan babası oldu. "Bu ..Bu Kesinlikle Sellzoso'nun yüzü." dedi.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Ervin, babasının şaşkınlıkla ağzından çıkan cümleye bir anlam veremedi. "Sellzoso da kim ?" dedi merakla. Babası dönüp "Aslında bir efsaneye dayanıyor, keşif gezisine başlamadan anlattığım gibi. Ama çok bilinen bir efsane değildir. Sana eve döndüğümüzde anlatırım, 6 senedir üzerinde çalıştığım ve anlamaya ve çözmeye uğraştığım bir efsane. Neyse , şimdi kapıyı açmanın bir yolunu bulmalıyız, git diğerlerine haber ver. Öncelikle çalışmalarımıza buradan başlayacağız" dedi babası.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Ervin heyecanla diğerlerinin yanına doğru hızlı hızlı uzaklaşırken babası elinin içiyle alnında biriken terleri sildi. Hala gözlerine inanamıyordu. Eğer bu kapıyı açmayı becerebilirse ve metinleri , şu karşılaştığı en garip sembollerden oluşan dili çözebilirse dünya tarihine kazandıracağı bir uygarlık olacaktı. Ve o uygarlığın tüm dünyayı değiştirecek pek çok gücü insanın eline ulaşabilecekti. Kapıya hayranlık ve heyecanla bakarken, kapının ardında bulacaklarının yanlış kişilerin eline geçerse insanlığın sonunu getirebileceğini hiç düşünmüyordu. Sellzoso'nun Laneti'nin anlatıldığı bir efsane okumuştu çok eski bir tablette. Efsanelerin özellikle de lanet efsanelerinin alt metin çözümlemelerinde aslında pek çok gizlenmiş tarihsel ve sosyolojik olayın olduğunu düşündüğü için ciddiye alırdı efsaneleri. Söylencelerin dilden dile ağızdan ağıza zamanın kapsamlı erozyonundan kendisini sıyırıp bin yıllar, yüz yıllar ötesine geçebilmesi söz konusu söylencenin alt metninde yer alan bir korkuya, bir tanıklığa, bir uyarıya işaret ederdi her daim. Ancak efsanelerin oldukça saçmaladığı akıl ve düşünceden yoksun tam anlamıyla masallarla büyütülmüş kişilerin büyüdüklerinde de inanmak isteyecekleri "masallar"a dönüştürülenleri de vardı. Bunu iyi ayrıştırmak gerekiyordu. Bu saçma ve kitleleri oldukça etkileyen efsanelerden birini anımsadı. Mısır Firavunu Tuthankamonun lanetiyle ilgili sırrın bilinmeyen gerçekliğini..
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Sayın Oku'yucu, Bu konuyla ilgili olarak sana oldukça hoş ve derinlemesine incelenmiş bir yazıyı okumanı tavsiye edeceğim. Yazı oldukça ilginç. Tutank Amon'la ilgili. O dönemde medyanında pompalamasıyla hızla yayılan "Lanet"in nereden ve nasıl kaynaklandığını gözler önüne seren bir makale bu. O dönemde bilim adamları yayılan söylentileri ısrarla reddetti ama beklenmedik ölümlerle gizem daha da büyüdü ve bir mumya laneti efsanesi oluştu. Ama her efsanenin bir sonu vardır. Her gerçeğin de..
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
YUVARLANAN KARTOPU GİBİ BÜYÜYEN EFSANE
Bilim adamlarının, şarlatanlardan en çok muzdarip oldukları konuların başını uzaylılar ve hayalet (asılsız cin söylenceleri) vakalarından sonra mumyalar ve piramitler çekmektedir. Yıllardır süregelen Firavun laneti efsanesi de, bugün elde edilen tüm bilimsel verilere rağmen yaşamaya devam etmekte ve gizemli bir gerçek olarak kulaktan kulaktan yayılmaya devam etmektedir. Çocukluğumda dinleyerek büyüdüğüm 'Tuthankamon'un laneti efsanesi o kadar çok taraftar bulmuş ve yayılmış ki Discovery gibi bilimsel (!) yayın yapan bir kanalda yer alan bir belgeselde dahi, "buzdağına çarpıp batan Titanic'in Tuthankamon'un hazinesinden parçalar taşıdığı ibaresi yer alabiliyor ve bu geminin de lanetten pay aldığı iddia edilebiliyor!
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
BATIDA PİŞER DOĞUYA DÜŞER
İşin garibi, Batıda bilim adamları bu efsanelere aldırış etmeksizin Mısır’ın karanlık tarihini sayfa sayfa aydınlatıp, lanet yaydığı iddia edilen Tutankhamon’un yüz hatlarının dahi nasıl olabileceğini hesaplarken, Doğuda hâlâ bu efsane bilimsel gerçeklere tercih edilmektedir!
Oysa yapılan istatistiki araştırmalara göre Batı aleminde hurafelere inananların oranı Doğuya nazaran kat be kat fazla iken doğulunun bu efsaneye neden bu denli alaka gösterip, sahip çıkmış olduğu başlı başlına sosyolojik bir vakadır. İşin bilimsel boyutunu bir yana bırakıp inanç yönüne baktığımızda durum daha da garabet bir hal almaktadır.
18. Ayetinde, "Bilin ki, Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir!" denilen Kuran'ı Kerim'in Hud suresi; Firavunları en zalim yöneticiler arasında gösterdiği gibi, 97. ayetinde onlara inananları "Fakat onlar Firavunun söylediklerine uydular. Oysa Firavunun söyledikleri doğru değildi" diyerek uyarır. Buna rağmen İslam coğrafyasında Çin'de olsa gidilip alınması emredilen bilimsel bilgi bir yana atılıp, kendini korumaktan aciz olan bir Firavun'un ve o zalimi koruduğuna inanılan(!) adamlarının lanetleri kabul görebilmektedir...
İşin bir ilginç yönü de söz konusu efsaneleri üretenlerin gözünde bölge halkının hâlâ Müslüman olarak görülmemeleridir. Son olarak Mumya ve mumya Dönüyor filmlerinde görüleceği üzere bölge halkı hâlâ Tanrı-Kral efsanelerine inanan 'ilkel' bir topluluk olarak görülmektedir...
Peki gerçekte bu lanet masalı nasıl ortaya çıktı ve efsanede oldu denilen ölümler gerçekten oldu mu?
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(devam edecek)