B'ölüm -66-(65.bölümden devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -LXVI-๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑
"...zunuz var mı?"  Duyduğu  sözü anlamlandıramadı Ervin. Dalıp gittiği anılarından bir anda sıyrılıp. 
"Başka bir arzunuz var mı" diye yineledi,  gözlerinde çalışmaktan iyice bunalmış bir delinin uysal bakışları okunan  garson.  Ervin kendine geldiğinde Ekrem Eva ile nasıl tanışıldığını analtmayı henüz bitirmişti, alal acele garsonu başlarından savdılar. Ervin saatine bakıp , "kalkmalıyız artık" dedi. Ekrem de başıyla onayladı Ervin'i. İkisi birden sanki sözleşmişcesine " derneğe.."dedi biri, "bizimle gelir misin diyecektik" .Gülümsediler. Birbirlerini tamamlayan böylesine sıcak bir dostluk görmek  Sercan'ın içini hem burktu hemde  hoşuna gitti.Kendi dünyasındayken yalnızlığını bile bilmiyor olması, yalnızlığı dayanılır kılmıştı. " Seve seve çok isterim.."  Birlikte  kalkıp hesabı ödediler.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Sercan kafeden Dr.Eko'nun ve Ervin'in davetlisi olarak derneğe doğru giderken yeni arkadaşlarıyla kurduğu iletişimden dolayı keyifliydi. İçinde coşkulu ılık bir duygu yeni yeni alışmaya çalıştığı  vücudunda bir yaz esintisi gibi dolanıyordu. Yolda yürürken Ervin cakalı bir  hareketle sigarasını yaktı. Ekrem’e; " hadi kestirmeden gidelim, kafede çok zaman kaybettik", dedi.  'Olur' anlamında başını salladı  Ekrem. Yüzünde keyifli bir gülümseme vardı. Sercan’a dönüp;" şu yoldan gideceğiz, gerçi bu akşam saatlerinde bu ara sokaklar biraz tehlikelidir , gaspçısı tinercisi..” sözünü tamamlayamadı. Yüz kasları korkuyla gerilmiş panik halde neredeyse yarı çıldırmış gibi gözlerinde korku ve şaşkınlık   koşan iki kişi, oldukları yerde kalakalmalarına neden oldu. Koşan tipler yanlarından hızla,  sanki onları görmeden geçip gitmişlerdi. Üçü de şaşkındı.  Neler olduğunu anlamak için koşarak uzaklaşan bu iki  ölesiye korkmuş kişinin  ardından dönüp baktılar bir süre. Gözden kısa zamanda kayboluveren bu iki kişinin ölesiye korkmalarının sebebi neydi acaba?

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

"Bu ikisi neden kaçıyorlar ki?” diye sordu Ervin Ekrem’e. Sercan ile Ervin’de şaşırmış anlamaz gözlerle birbirlerine baktılar, ardından da sapacakları ara sokağa çevirdiler yüzlerini. İri yapılı, çirkin suratlı 25 yaşlarındaki adamla , sıska yamuk burunlu, esmer, siyah gözleri yuvalarından fırlamış gibi görünen diğeri korkudan bembeyaz kesilmiş yüzleriyle hayalet görmüş gibiydiler. Ervin, gitmekte oldukları yolun ilerisinde kendilerini de bekleyen, kaçan adamların gördüğü hayaletin hala orada olup olmadığını anlamak için gözlerini kısıp daha dikkatli görmeye çalıştı. ”Ne dersiniz kaçtıkları yoldan gidecekmiyiz?” ,diye sordu diğer ikisine. Sesinde korku olmasa da tedirginlik mevcuttu. Ekrem durdukları yerde koşarak kaçan bu iki garip adamın peşinden gelecek o “şeyi” bekledi. 

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Korkunun  meraka yenik olduğu zamanlar vardır. Üç arkadaşta bu yenilginin üzerine basıp yollarına devam etmeye karar verdiler. Köşeyi döndüklerinde sokağın ortasında  baygın bir siluet gördüler. siluet 22 yaşlarında yakışıklı, esmerce bir gence aitti. İyi giyimli oluşu, yüzü onun iyi bir aileden geldiğini, en azından maddi durumunun  iyi olduğunu gösteriyordu. Bayılıp yattığı  yerde; vücudunun bir metrekarelik alanı dahilinde asfalta işlenmiş  çember  şekli vardı. Yattığı yerdeki bir metrekarelik çemberimsi iz sanki  bir metrelik  koca ve sıcak bir  kürenin asfaltı eriterek bıraktığı iz gibiydi.  Gördüğü izi tereyağının üzerine  haşlanmış yumurtayı bastırdığında çıkacak olan ize benzetti Ekrem. Sercan, Ervin ve Ekrem;  çemberin tam ortasında  yatan gence yaklaştıkların da Sercan; ” Bu O”, dedi.”O’nu tanıyorum” .

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Sercan’ın söylediği  cümleyle şaşkınlıkları biraz daha artan Ekrem ile Ervin dönüp Sercan'a baktılar.  Sercan'ın bu garip yabancıyı tanıması onları daha da şaşırtmış ve biraz da tedirgin etmişti sanki. Ervin,” nasıl tanıyorsun? Arkadaşın mı yani?” diye sordu. " Hayır", dedi Sercan pek sayılmaz.  "Bu dünyaya düştüğümde..", duraladı, "yani kütüphanede sandalyeden düştüğümde bana yardımcı olmuştu. Su uzatmıştı. Oradan tanıyorum”

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑(devam edecek)

NOT:çok uzun zaman olduğunu biliyorum  maceraya başlayalı. Ancak işlerim dolayısıyla  biraz da uzak kalmak için dışardan bakabilmem adına, mesafeyi çoğalttım. Bu kısma kadar okuyan birileri olduysa ve sevdiyse en azından yorum yazar ummuştum ama sanırım  pek sevilmiş olmamalı. yine de neredeyse yüzde 80'nini bitirdiğim Azraile Şaka Kabilesi'nin geri kalan bölümlerini  istek olursa yayınlamaya devam edeceğim. 

saygılarımla. Güneş Ener

B'ölüm -65-(64.bölümden devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -LXV-๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Masanın üzerinde duran heykelciği eline aldı Ali Bey. Evirip çevirdi, normalde olması gerekenden daha yoğun ve ağırdı heykelcik. Gümüşten yapılmışa benzese de dokunduğunda uyandırdığı his gümüşün uyandırdığı his değildi. Araştırma yapmak için tanıdıklarına başvurması gerekecekti. Heykeli kitabın yanına dikkatlice bıraktı. Ardından kitabı eline aldı. Kitabın kapağını açtığında yüz üstü uyuyan bir kızın profilini gördü o da tıpkı Ervin'in gibi. Kitapta kızın olduğu resmin harf gibi bir takım sembollerden oluştuğunu fark etti. Daha önce görmediği bilmediği bir dilde yazılmıştı kitap. Garip bir dokusu vardı. Mürekkebi, kağıdı-tabi kağıt denilebilirse -kokusu farklıydı. Oğluna dönüp telefonu getirmesini istedi. Bu alfabeyi ve dili dünyada bilen bir kaç kişi var ise mutlaka bunlardan biri "O" idi. Eva De Vitray Meyerovitch.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Dünyanın en önemli kadın bilimadamlarından biri olarak kabul edilen bu kadın pek çok dili bilmesinin yanı sıra; 1-tasavvuf antolojisi 2-mevlâna ve tasavvuf 3-konya ve kozmik raks (sema) 4-mekke 5-evliya menkıbeleri 6-islâm’da ibadet 7-islâm’ın güler yüzü 8-mesnevî – mevlâna celâleddin rumî (farsça’dan tercüme) 9-fîhi mâfih – mevlâna celâleddin rumî (farsça’dan tercüme) 10-rubailer – mevlâna celâleddin rumî (farsça’dan tercüme) 11-dîvan – mevlâna celâleddin rumî (farsça’dan tercüme) 12-câvidnâme – muhammed ikbal (farsça’dan tercüme) 13-gülşen-i raz – şebüsteri (farsça’dan tercüme) gibi pek çok eseri mevcuttur.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Peki,Prof. Dr. Eva de Vitray-Meyerovitch kimdir? Fransız aristokrasisi içinde doğmuş, Anglikan bir büyük anne tarafından Katolik mezhebinde yetiştirilmiş ve bir Yahudi'ye eş olan bu hanımefendi, seçkin tabakaya mensup çocukların okuduğu okullarda eğitim görmüş. O bir profesör; bir çok ülkenin pek çok üniversitelerinde dersler, konferanslar vermiş. Fransa'nın dünya çapında en saygın bilim ve araştırma kurumu olan İlmî Araştırmalar Millî Merkezi'nde yönetici ve uzman olarak çalışmış. Yüzyılımız'ın en ünlü bilim ve fikir adamlarını yakından tanımış, kendileriyle ortak çalışmalar yapmış. İkbal'i, islâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden İnşası'ndan okumuş. Bu kitabı okurken, İkbalin Üstad'ım dediği Mevlâna Celaleddin Rûmî'yi keşfetmiş. Mevlâna'yı keşfettikten sonra müslüman olmuş. İkbal'i, Mevlâna'yı, İslâm'ın güleryüzünü Batı'ya tanıtabilmek için klâsik Farsça'yı, Arapça'yı öğrenmiş; bundan sonraki hayatını buna adamış.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

İşte kendi ifadeleriyle Prof Eva de Vitray-Meye-rovitch: 'Çevremi kuşatan gelenekçilikten ıstırap duyuyordum ve sıkıntılarımı rahiplerime anlatacak olsam, bana hepsi de aynı şekilde şüphelerden uzak durmamı öğütlüyor ve bu şüpheleri benden gidermesi için Rabbime dua etmem gerektiğini söylüyorlardı. 18 yaşıma gelip de felsefe okumaya başlayınca, duyduğum bu huzursuzluk dayanılmaz bir hal aldı. Bu şartlarda gidip kudas âyini yapmak bana nâhoş görünürdü. Onun için hepsinden vazgeçmeyi tercih ettim. İlişkimi kökünden kestim.' Mistikleri okuyarak ve Hind felsefesini öğrenerek inanç boşluğunu doldurmaya çalışır ancak başarılı olamaz.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

'Mutlak'ın susuzluğunu çekiyordum ve hayli huzursuzdum. Benim hâlim, daha ziyade, geceleyin kendisini duyacak birini arayan bir geminin attığı imdat işaretini andırıyordu.' İmdat işaretinin cevabı, Bilimsel Araştırmalar Millî Merkezi'ndeyken gelir. Esaslı dostlarından biri olan İslamabad Üniversitesi rektörünün yıllar sonraki ziyaretiyle kendisi için yeni bir dönem başlar: Uzun zaman konuştuk. Yanımdan ayrılırken, bana küçük bir kitap uzattı ve şöyle dedi: Sizin dinî meselelere her zaman ilgi duyduğunuzu biliyorum. Şu kitabı bir okuyun; bu, bizim büyük üstâdımız İkbal'in önemli bir eseridir.' Bir süre sonra sadece göz atmak niyetiyle okumaya başladığı bu kitabı çok sever, sorularının cevap bulduğunu görür. Bu kitabı o kadar sever ki hemen tercümesine girişir: 'Müslüman olmuştum, hem de hiçbir şeyi inkâr etmeden. Ne Tevrat'ı inkâr ediyordum, ne de İncil'i. Sadece beni her zaman rahatsız etmiş olan hususları, konsillerin kararlarını, Allah'ın şu gibi veya bu gibi olduğuna karar vermek için Roma 'da toplanmış o beylerin dogmalarını bir tarafa bırakıyordum.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

'Müslüman olduktan sonra İkbalin, Mevlâna'ntn arkasına düşer, izlerini takip eder; bu iki önemli insanın yaşadığı coğrafyaları tanır: 'Benim için İslam'ı keşfetmek, kaybedilenleri yeniden bulmak, ayrı düştüklerime tekrar kavuşmak gibi bir şey oldu. Benim kendimi evimde hissettiğim yegâne ülke, meselâ Paris değildir; ben Paris'te hayran hayran dolaşan bir turist gibiyim. Kendimi gerçekten evimde hissettiğim tek ülke. Türkiye'dir; Türkiye'ye ayak basınca, evine tekrar kavuşan bir kedi gibiyimdir.'

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

'Mevlâna'nın mesajının oldukça âcil ve oldukça evrensel olduğunu düşündüğüm için hayatımı ona vakfettim' diyen Prof Eva de Vitray-Meyerovitch'le yapılan uzun bir röportaj olan İslâm'ın Güleryüzü kitabı bazı sorular geliştirmiyor değil. Son zamanlarda hoşgörü ve diyaloga çokça vurgunun yapıldığı, Ortadoğu merkezli İslâmî görüntülere alternatif olarak 'Türk veya Anadolu Müslümanlığı' gibi kavramların tartışıldığı ülkemizde, İslâm'ın Güleryüzü ismi, yabancı gelmiyor. Kitap, bu tezlere destek bir çalışmadır demiyoruz, ancak zihinlerde bazı sorular geliştiriyor: Meselâ İslâm'ın bir başka yüzü de mi var; varsa diğer yüzü nedir? Yazarların kitabın giriş kısmında söylediklerinden alıntıladığımız cümlelerinden, İslâm'ın güleryüzünün dışındaki diğer yüzünün, İran ve Ortadoğu merkezli İslâmî yorumların olduğunu anlıyoruz. Şu cümlelerde bu çok daha belirgin: 'Müslümanlar ile ilk karşılaştığımızda son derece kaygılıydık. İmam Humeyni'nin akıl almaz sözleri henüz kulaklarımızda çınlıyordu. Derken şimdi karşımızda Müslüman olmuş siz (Prof. Eva de Vitray-Meyerovitch) varsınız ve siz bize yalnızca evrensellikten ve sevgiden söz ediyorsunuz.'

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Kitapta, Mevlâna ve İkbalin anladığı ve yaşadığı İslâm (sûfilerin İslâm'ı-İslâm'ın güleryüzü) ideal İslâm olarak kabul edilirken; hoşgörüsüz, şiddet yanlısı, zorla ihtida ettiren, aşırı derecede katı ilkeci ve kadınları köle mesabesine indiren dinî (!) yorumlar ise İslâm olarak kabul edilmiyor (veya İslâm'ın güleryüzü dışındaki yüzü olarak tanımlanıyor.) Şöyle deniliyor: 'Kemikleşmiş veya gerici olan İslâm'ın kendisi değildir. Kemikleşen veya gerici olan, İslâm'ın izinde gitmeyen sosyolojilerdir.' Prof Eva de Vitray-Meyerovitch burada sosyolojiye; coğrafyanın reel gerçekliğini, hayatın içinde edinilen duruş biçimini, bakış açısını yüklüyor. İslâm'ın güleryüzü dışında bir başka yüzü yoktur demeye getirerek, eğer varsa diyor, bunu o coğrafyanın İslâm'a getirdiği bir yorum olarak değerlendirmek gerekiyor. İslâm'ı yeşil düşman kategorisine sokan ve bunu milletlerarası haber ajanslarının geçtikleri görüntülerle besleyen Batı'nın, sanal bir gerçekliği inşa ettiğinden bahsetmek mümkün. Ancak İslâm'ın maruz kaldığı bir tehlikeyi; kuralcı, şekilci, donmuş hâle gelmiş bir durumunu da görmezlikten gelemeyiz.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Burada Halûk Güngör'ün, Burhan Bozgeyikin Meşhur Zalimler kitabından hareketle yazdığı bir yazıya (Çatışmacı Dilin Zihniyeti/Matbuat-Mayıs '98) dikkat çekmek gerekir. Sayın Güngör sözko-nusu yazısında, inançlarımızın özüne ilişkin ciddi bir sapmadan bahsederken şu tespiti yapıyor: İlâhî kaynaklı dinlerin ahlâk, adalet, hak, barış, suhûlet, sükûnet, huzur. vecd, coşku.. gibi 'İyiliğe dair güçlü bir manevi kasırga estirmesi beklenirken, karşımızda bir dolu husûmet, düşmanlık, kin, garaz, öfke, vahşet, yıkım.. gibi 'kötülüğe ait bir hayalet buluyoruz. Basit bir ifadeyle 'Hayy' tecellisi ve hayata ait olma (biyofiliya-hayatseverlik) yerine; hayatı söndürme ve yoketmeye (nekrofiliya-ölüsevici) endekslenmiş bir hastalık bu.'

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Modemizme sathî cephe alış, müslümanların zihinlerini modernizmin yöntemlerine bulaştırıyor. Sürekli düşmanlık duygusunu canlı tutmaya çalışan ve sürekli 'kötü ötekiler üreten bir zihni durumdan, İslâm'ın bir din olarak ferdin içinde inşa ettiği 'olumlu'bir 'iyilik, hayr, doğruluk timsali' olduğunu ortaya koyma hâline sıçramak durumundayız. İslâm'ın Güleryüzü kitabı bu anlamda önemli bir çalışma; Allah'ın hayat veren 'Hayy' sıfatının tecellisi İslâm'ın altını bir kere daha çizdiği için..

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑๑۩۞۩ (devam edecek)

Bölüm -64-(63.bölümden devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑ B'ölüm -LXIV-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑(63.Bölümden devam)
"Uyan Ervin , Uyan" dedi babası. Sıçrayarak irkildi Ervin. Bağırarak çığlık çığlığa. Babası oğlunun sesinden neredeyse araba hakimiyetini yitirecek ve kaza yapacaktı. Direksiyonu sola kırıp durdu acı bir frenle. "Ervin, neyin var?, iyi misin?" Gözlerinden akan yaşı elinin tersiyle sildi. "Baba!". Ervin hala kendisini arabada evlerine giden yolun başında birden bire uyanıverişini anlamaya çalışıyordu." Kötü bir rüya mı gördün Ervin , Sakin ol. Artık kocaman bir adam oldun. Bir erkek korkusuyla baş etmeyi öğrenendir. Sen de öğrenmelisin. Hem korkma yanındayım", diye sakinleştirmeye çalıştı oğlunu Ali Bey. Oysa kendisi de nedenini bilmediği bir şekilde ürkü taşıyordu içinde. "Sehrengiz Mağarası", Hazine ya o ..o vikingler? " , dedi kekeleyerek Ervin. Alt üst dudağında küçük bir uçuk filizlenmeye başlamıştı bile.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Babası, gördüğü kabusun şokunda olduğunu düşünerek saçlarını karıştırdı eliyle." Mağaraya giremedik. Geçen haftaki depremde girişi kayalar tarafından iyice kapatılmış. Üzgünüm oğlum."
"Ama ben.." Ervin devam edemedi.Aklı o kadar çok karışmıştı ki.
"Sen öyle yorgundun ki, seni uyandırmadım. Sadece başka giriş olup olmadığına bakmak için çevreyi kolaçan ettik ve işte geri dönüyoruz. Bir dahaki geziye kadar şevkini saklamalısın oğlum" dedi Ali Bey.

Ervin, derin bir nefes aldı ve aldığı derin nefesle polarının altında sakladığı kitabın nefesini de hissetti. Gözlerini iri iri açarak elini hemen karnına götürdü. Elini götürdüğünde kitabın eski deri cildini duyumsayarak babasına döndü. "Baba ..beni dinlemelisin"

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Babası garip bir önseziyle oğlunun yüzüne baktı. Gördüğü ifadeden yüzüne ciddi bir ifade ve hüzün gelip yerleşti. Oğlunu mutlaka dinlemesi gerektiğini biliyordu. "Peki, ama önce eve gidelim, annen merak etmesin ",dedi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Sayın Oku'yucu, genelde anne ve babalar kendileriyle ve kendi hayatlarıyla o kadar ilgilidirler ki yanıbaşlarında uğurlarına hayatlarından vazgeçebilecekleri evlatlarını dinlemezler hatta bazen görmezler bile. Ancak bu gözden kaçırdıkları hata oldukça kötü sonuçlar doğurabilecek pek çok yanlışında ilk adımı olabilir. "Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir", diyordu bir yazar. Hakikatende her ne kadar niyetimiz iyi olsa da bazen iyi olmaya yetmeyebiliyor. Çağın en büyük eksiklikleirnden birini bir kez daha vurgulamak gerekirse iletişimsizlik anne babaların çocuklarını, çocuklarında anne ve babalarını "anlamalarına", anlaşmalarına engel olabiliyor. Bu da gittikçe sadece sorunlarla karşılaştıkça iletişim kurmalarını- ki genelde bu kavga, öfke patlamaları negatif değerler dahilinde bir iletişim oluyor- sağlıyor. Ardından iyice gerilen ve gerildikçe de incelen bağ birden bire kopabiliyor. Evrende hiç boşluk yoktur aslında. Herşey ama herşey bir yer kaplar, öyle yada böyle. Kaplanılan yer terk edilmeye doğrulandığında oluşan boşluğpa hemen başka bir şey yerleşiverir. Ozmoz ve difüzyon gibi kimya da ki. Bu nedenle Ali Bey'in oğlu her ne kadar kendi mantığına uygun olmayacak şeyler söylecekse de onu ciddiye alıp birey olarak değer verip dinlemek için zaman ayırması oldukça önemli bir davranıştı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Eve vardıklarında sessiz ce yemeklerini yediler. Hatta annesinin hep birlikte seyretmekten keyif aldığı diziyi bile birlikte seyretmeyip babasının çalışma odasına geçtiler. Ali Bey, karısına işi olduğunu Ervin'e de dersiyle ilgili yardım edeceğini belirtti. Odaya geçtikleirnde Ervin , başından sonuna kanat'ta, çadıırında gördüğü rüyadan Şehrengiz Mağarasına değin ne görüp yaşadıysa hepsini tek tek anlattı. Babası Ervin'i dinlerken yüzü garip bir hal almıştı. Bazen şaşkın bazen meraklı ve ilgili bazen de ürkmüş gibi bakıyordu oğluna. Ervin gördüklerini anlattıktan sonra ," baba bir an için deliriyorum sandım ama..." dedi ve sonra polarından cebindeki küçük heykelciği çıkarttı ve yanında getirdiği kitabı da babasının masasının üstüne koydu. Ali Bey, gördükleri karşısında şaşkın bir vaziyette kalakalmıştı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑ (Devam edecek)

B'ölüm -63-(62. bölümden devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑ B'ölüm -LXIII- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑( 62.den devam)


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Sayın okuyucu bu kadar mitolojik bilgi yeterli. Aslında insanların unuttukları hafızalarında yer alan "duygu"ların kendilerini insanların anlayabileceği şekillere somutlamalarından oluşmuş mitlere baktığınızda işaret ettikleri bir yan görürsünüz. Belli mesajları ustaca gizleyip bilinçaltına ileten bu mitlerin doğru çözümlemeler yapılarak doğru şekilde anlaşılması oldukça önemlidir.


Ervin'i en son nerede bırakmıştık? Ah evet, Sellsozo'nun kapısı açılmış ve babası ile birlikte Şehrengiz Mağarasındaki hazineyi bulmuşlardı. Devam edelim o halde. Zira size Ervin'in Hukato harfiyle başlayan tableti nasıl bulduğunu anlatmak için Sercan'ı ve Dr. Eko'yu yeterince beklettim kafede. Ervin'in beyninde bütün bu olup biten hızla geçse de -en fazla bir kaç saniye-anımsadıkları ve yaşadıklarını anlatmak tüm ayrıntılarıyla oldukça zaman aldı.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑


Ervin'de ortadan ikiye ayrılmış iki kanatlı kapının ortasındaki yarım yüzdeki gözün oynadığını görüp şaşkınlıkla babasına söyleyecekken cümlesini tamamlayamadı. Kafasını babasından, babasının baktığı yere çevirdiğinde mağaranın en geniş odasının sarkıtlarla dolu, sütunlarla dolu bu bölümünde birbirinden güzel, görkemli ve ışıl ışıl parlayan hazinenin büyülü manzarasına kendisini kaptırmaktan alıkoyamadı. Ali Bey, diğerleriyle birlikte şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra "İşte..Son yüzyılın arkeolojik buluşu!" dedi.

Herkes çok mutluydu, gülenler, heyecandan titreyenler, gözlerinin gördüğünün gerçek olduğunu anlamak için hazinelerin içinde yer alan kolyelere, bileziklere, takılara, taçlara; altından gümüşten, zümrütten, elmastan ve daha pek çok değerli taştan yapılma eşyalara dokunup ellerinde hissedenler, neredeyse tam bir hayranlık çılgınlığı yaşayanlar..Babası Ervin'e döndü;"Bunu asla unutma. Hayatının en önemli günü bugün"

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑


Ervin ise bütün o hazinenin görkemi içinde odanın köşesinde tahtadan mütevazi bir sandığa gözü ilişmişti ve o sandıkla ilgiliydi... Babası elemanlarına ne yapmaları gerektiğini söyleyip komutlar verirken Ervin sandığa doğru yürüdü. Sandığa dokunmak için elini uzattı. Sandığın kapağı otomatik sensörlü kapılar gibi daha kendisine dokunmadan açıldı. Derisi simsiyah bir kitap vardı sandığın içinde. Üzerinde ise garip harflerle kaplı bir yazı vardı. Kitabı eline aldı ve açtı Ervin. Kitabın içini açtığında yazıların bir an görünüp kaybolarak uyumakta olan bir kız çocuğunun suretini gösterdiğini gördü şaşkınlıkla. Hemen kitabı kapadı. Kitabın kendisine dair siyah bir ışınımı olduğunu gördü ardından Ervin. Sanki Kitap canlıydı, nefes alıp veriyor gibi derisi inip kalkıyordu. Çok yavaştı ve sadece çok dikkatli baktığınızda ancak bu nefes alıp verişe benzettiği hareketi fark edebilirdiniz. Aklından büyücü merlin'in kayıp kitabına benzediğini düşündü. Çocukken seyrettiği bir çizgi filmden yola çıkarak. Oysa bunun da yunan mitolojisindeki pek çok öykü gibi gerçekdışı uydurma bir efsane olduğunu biliyordu. Kitabın hemen altında garip bir de gümüş biblo vardı. Aslında sekize benzeyen bir kaide üzerinde birbirine zıt pozisyonda dirseğe yakın bir yerden kesilmiş ve yontulmuş iki kolun heykeliydi bu. Kolların birbirine zır duruşu ve ellerin avuçlarının gökyüzüne doğru çevrili oluşu Ervin'de dua ediliyor yada dileniliyor gibi bir izlenim bıraktı.



Kitapla birlikte bu küçük heykelciği aldı Ervin. kitabı göğsünün olduğu yere; kapşonlu en sevdiği ve sırtından çıkartmadığı polarının fermuarını açıp, beline pantolununa sıkıştırarak kitabı iyice yerleştirdi. Kitap vücuduna değdiğinde sanki kendisiyle birlikte daha rahat ve uyumlu nefes alıp veriyormuş gibi hissetti. İkisi birden aynı ritimde nefes alıyor ve veriyorlardı. Babası hala ekipteki arkadaşlarına direktifler veriyordu. Hazinenin zarar görmeden ve tarihi özelliğini yitirecek yanlış bir hareket yapmadan nasıl taşınabileceği, sıralamaları, kateogorilendirmeleri ve görevlendirme üzerine konuşuyorlardı. Hazineyle o kadar meşgüldüler ki içeri tuhaf görünümlü bir kadın bir de erkek iki kişinin - yada iki şeyin mi demeli çünkü pek insana benzemiyorlardı- girdiğini gördü Ervin. Herkes yaptığı işi bırakmış, donakalmış gibi içeri giren iki kişiye bakıyorlardı. Birbirlerine çok benziyorlardı, sanki vikingleri- eski bir filmde gördüğünü anımsıyordu Ervin Vikingleri- andıran sarışınlıkları ve giyim tarzlarıyla ürkütücü görünüyorlardı. Dişi olan elinde tuttuğu kafatasıının üzerinde yanan meşaleye benzeyen uzun asasını kendi çevresinde garip heraketlerle çevirdi. Eğer sıradan biri olsaydı başarılı bir bando takımı marşandizi olabilirdi. Meşaleden yayılan yeşilimsi duman birden bire her tarafı kaplamaya başladı. Yine kimse kımıldayamıyordu. Ervin'in başı dönmeye başlamıştı gözleri kararıyordu yavaş yavaş..İnatla gözlerini açık tutup bilincini kaybetmemeye çalıştı ama başaracağa benzemiyordu. Gözlerini kapatmadan ruhunun katılaşmış ve sanki bir taşa dönüşmüş olan vücudundan ayrılıp bir sürü farklı boyutun arasında kalmıştı. Birbirinin içine geçen, dolanan garip hayaller gördü. Örneğin kocaman bir yüz gördü. Yüz neredeyse koca bir bina girişi büyüklüğündeydi ve yüzün hemen her tarafından kancalarla tutturulan zincirlerle gerilmiş, işkence ediliyordu.

Ağzını acıyla açmış yüzün boğazında bir kapı ve kapıda bir çocuk silueti vardı, çocuğu görmeye çalıştıysa da başaramadı, bağırmaya uğraştı sesi çıkmadı. Sesi sanki hiç olmamış gibi "yoktu". Hayal yavaşça eriyip başka bir hayale dönüştü. Bu kez bir yığın çiçekten ve daldan yapraktan oluşan çok güzel bir kadının havada uçarken ona dönüp baktığını ve hınzırca gülümsediğini gördü. Kadın sanki kendisini oyuna davet eder gibi ellerini arkadan birleştirmişti. Yerinde Sercan olsaydı bu aslında yaşlı ve çirkin ağaç cadısının angelina'nın bir farklı görüntüsü zannederek yanılırdı. Ervin'e elini uzatan kadın O'nu oyuna çağırıyorken birden kadının arkasında bir manzara gördü. Ağaç kadını hayali eriyip yerini başka bir hayale bırakmıştı. Ama bu defa dieğr hayalelrden daha gerçekti bu gördüğü. Başka bir boyut açılmıştı gözlerinin önünde sanki. Şeytanları gördü. Bir sürü şeytan; küçüklü büyüklü.Cehennemin olduğu bir yerdi sanki gördüğü. O kadar korkmuştu ki kendisini bırakırsa şeytanlar tarafından esir alınacağını düşündü korkuyla. Bir süre daha manzaranın korkkunçluğuna aldırmadan dirençle gözlerini açık tutmaya gayret etti. Kalbinin atıp atmadığını bile hissedemiyordu artık. Direnişine rağmen o kadar güçsüz ve yorgun düşmüştü ki gözleri iyice karardı ve kendisini bıraktı bilinmez bir baygınlığa...


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩ ( Devam edecek)

B'ölüm 62 (61.den devam ile)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑ B'ölüm LXII ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑(61.bölümden devam)

afrodit
Homeros'a göre Zeus ile Dione'nin kızıdır.Adı "köpükten çıkan" anlamına gelir.Hesiodos'un Theogonia'sında ise sulardan çıkar (Uranos ile Köpüklerin birleşmesinden doğar).Aphrodite sevgi,aşk ( cinsel aşk ) ve yasak ilişkilerin tanrıçasıdır.Üremek için birleşmeyi de simgeler.En fazla cinsel ilişkiye giren fahişeler Aphrodite'e göre önemlidir,hiç ilişkiye girmemiş kadınlar ise kadından sayılmazlar. Praksiteles'in (Praxiteles) Knidos Aphrodite heykeli için Phyrne'den model olmasını istemiştir.Praksiteles'in en önemli özelliği Apollon'daki gibi vücuda "S" formu vermesidir.Milo Aphrodite'yi en beğenilen tasviridir.Ozanlar Altın Aphrodite olarak sıfatlandırırlar.Bu güzeller güzeli tanrıça hep gülümser,işveli ve gönül alıcıdır.Aphrodite tasviri günümüzde en çok ayna saplarında görülür.Ayağının altında istiridye,yunus,kaplumbağa gibi hayvanlar olabilir.Saçlarını kurutmaya çalışan (denizden çıktığı için ) Aphrodite heykeli sıkça görülür.Sulardan doğduğu için suyla ilgili binalarda süsleme olarak ortaya çıkar. 2. Göz kamaştıran bir güzellliğe sahip olan Aphrodite güzellik tanrıçasıdır. Efsaneye göre dalgaların köpüğünden doğmuştur. Bir ilk bahar sabahı, Kıbrıs adası kıyılarında kıpırtısız olan deniz birden bire köpüklü beyaz bir dalga ile hareketlendi. Bu dalga ile birlikte bir sedef kabuğu kıyıya vurdu. Sedefin kapağı açıldığında içinden güzeller güzeli Aphrodite çıkmıştı. Beraberinde aşk tanrısı olan oğlu Eros da vardı. Kumsalda yürüdükçe bastığı yerlerde renk renk güzel kokulu çiçekler açıyordu.Zaman tanrıçaları olan Horalar onları karşıladılar ve önce Aphrodite'i güzelce yıkayıp vücudundaki tuzlu deniz suyunu temizlediler. Uzun kızıl saçlarını örüp başını altın bir taçla süslediler, üzerine tülden süslü elbiseler giydirip, boynuna kıvılcımlar saçan kolyeler taktılar. Daha sonra onu ve oğlunu alıp Olympos'a çıkardılar. Olympostaki tanrılar bu güzeli görünce hayranlıklarını gizleyemediler. O günden sonra Aphrodite güzellik ve aşk tanrıçası olarak Olymposta diğer tanrı ve tanrıçalarla birlite yaşamaya başladı.Aprodite güzelliği ile sadece tanrıların değil insanlarında gönlünü fethetmişti. İnsanların kalplerine sevgi ve aşk tohumları serpiyor onlara neşe ve sevinç veriyordu. Diğer yandan kimi zaman bu neşe ve sevinç aşk acısına da dönüşebiliyordu. Güzel tanrıçagücünü sadece insanlar ve tanrılar üzerinde göstermezdi. O tümtabiata söz geçirebilirdi. Tek bir tatlı bakışıyla kudurmuş dalgaları sakinleştirir, nefesi ile deli gibi esen rüzgarları dindirirdi. Yeryüzünde her şeyi o diriltir, o canlandırırdı.Kurumuş çiçekleri tekrar canlandırır, dünyayı süsler, güzelleştirirdi.3. Aphrodite, aşkın, cinsel isteklerin ve güzelliğin tanrıçasıdır. Doğal yeteneklerinin yanında, herkesin kendini arzulamasını sağlayan büyülü bir kuşağı vardır. Doğumu hakkında iki söylenti vardır. İlki onun Zeus ve Dione'un kızı olduğunu anlatır. İkincisi, Cronos hadım edildiğinde denize atılmış olan organından damlayan kanlardan doğduğunu ve kocaman bir midye içinde Kıbrıs'ta karaya çıktığından bahseder. Hephaestus'un karısıdır. Ağacı mersin, hayvanları güvercin, kuğu ve serçedir.

B'ölüm -61-(60'dan devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑B'ölüm -LXI-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑(60.bölümden devam)


Zeus'un kızları arasında en çok Athena'yı sevdiği bu nedenle kalkanını ve öldürücü şimşeğini yalnız onun taşımasına izin verdiği söylenir.Ancak İlyada'da Athena'nın sakin ve kendinden emin gücü,savaş tanrısı Ares'in gücünden üstün tutulur.Athena doğru haklı savaşın tanrıçasıdır.Onun için Pallas ve Minerva sıfatları sıkça kullanılmıştır.Yunanca Pallo kargı sallamak,kökünden gelebileceği gibi bakire anlamına gelen bir kelimeyle de bağlantılı olabilir.Athena bilgelik tanrıçası olarak Pronoia (temkinli,ihtiyatlı) sıfatına sahipti.Bu sıfatla tasvir edildiğinde simgesi baykuştur. Athene tasvirlerinde genellikle baştan aşağı silahlıdır.Başında miğfer,sol elinde medusa başına sahip kalkan,göğsünde yine medusa başlı zırh bulunur.Klasik dönem sanatçılarının en fazla dikkatini çeken tanrıçalardan biridir.Özellikle Phidias'a atfedilen çok sayıda kabartma ve heykelinin olduğu bilinir.Athena heykellerinde ise sol elinde bir mızrak vardır.Ülkeyi saldırılardan koruyan bir tanrıçadır.Koruduğu kahramanlara savaşın hilelerini, siyasal beceriyi,doğru düşünüş ve görüşü öğretir.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑
Güzel sanatları ve bilgeliği korur,kentlerin yaşamasını sağlar.Herşeyden önce de bir sanat kenti olan Atena'nın kurucusudur.Atina Akropolis'i onun tapımına ayrılmıştır.Başka kentlerde Athena'yı koruyucu tanrıça olarak benimsemişlerdir.Bunlar arasında Troya'da bulunur. Yunan Tanrıçaları arasında iyi vasıfları çoğunlukta olan bir tanrıçadır Athena.Onun Hera'ya benzer düzenbaz ve kindar bir yönü vardır.Kendisine rakip olarak gördüğü Aphrodite ve Ares'e karşı çok acımasızdır.İlyada'da Zeus'un oynadığı rolü Odyssea'da Athena oynar.Odyssseus'a acır,bu yiğit adamın çabalarının boşa gitmesini önler,ona yardım eder.Ölümlü bir kadın olan Medusa güzellikte Athena ile boy ölçüşmeye kalkışınca Athena Perseus'a emrederek kafasını kestirmiş.Kalkanın üzerine takmıştır.Diğer bir olayı ise dokumacılıkta kendisiyle boy ölçüşmeye kalkan Arakhne'yi örümceğe çevirerek sonsuza kadar lüzumsuz dokumalar ve örgüler yapmaya mahkum etmiştir.
2.Bir adıda Palas olan Athena, Baş Tanrı Zeus'un çok sevdiği bir kız idi. Zeka tanrıçası Athena'nın doğumu oldukça gariptir. Annesi akıllı Metis (Hİkmet) ti. Efsaneye göre Baş Tanrı Zeus Metis'I yutmuş, yani kendi içine atmış ve onu kendisinin bir parçası yapmıştı. Akıllı ve Zeki Zeus Metis'I uzun süre kafasının içinde taşıdı. Ondan kurtulma zamanı gelip çatınca Demir ve ateş tanrısı Hephaistos'u çağırdı"Hephaistos" dedi "Başım çatlayacakmış gibi ağrıyor, artık dayanamıyorum. Alnıma hızla keskin baltanı vur. Korkma sen emrimi yerine getir, ben başıma ne geleceğinin biliyorum.Hephaistos Baş Tanrıya karşı gelmeye cesaret edemedi ve baltasını Zeus'un alnına indirdi. O anda yarılan yerden zafer çığlıkları atan güzel bir kız çıktı ve dans etmeye başladı. Tepeden tırnağa kadar silahlı idi. Başında altın bir miğfer kıvılcımlar saçıyordu. Parlak bir zırh bütün vücudunu kaplamıştı. Elinde ise yepyeni bir mızrağı sallıyordu. Bu hali gören bütün ölmezler hayret ettiler, şaşırdılar. Güneş bile onu görüce ne yapacağını unuttu, atlarının dizginlerini çekti, arabasını göğün boşluğunda bekletti. Büyük Olympos dağı bu yeni Tanrıça'nın doğuşu ile sarsıldı. Toprak'tan müthiş bir gürültü çıktı. Denizler kabarmaya dalgalar coşmaya başladı.Zeka ve aydınlık tanrıçası olan Athena aynı zamanda savaş tanrıçasıda sayılırdı. Savaş gürültülerini ve silah seslerini uyandırmasını ve canlandırmasını da isterdi. O Yunanlılar için yenilmez bir kavgacıydı, cesareti başka hiç bir tanrı ile kıyaslanamazdı. Onun cesareti kurnazca, yiğitliği sessizce idi. O gösteriş ve yaygarayı sevmezdi.Athena kabalık ve her türlü zulümden iğrenirdi. Temiz kalpliydi. Adaletten hoşlanırdı. İyi ve akıllı insanların yardımına koşmak adetiydi. Bir gün çok beğendiği, sevdiği cesur Tydeus çok uzun süren bir savaşta ağır yaralanmış ve yere düşmüştü. Athena Babası Zeus'a ona yardımcı olması, acıması için yalvardı. Babasından bu cesur savaşçıya ilaç götürmek onu ölümsüzler arasına katmak için izin istedi.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑
Zeus bu istediğini kabul edince derhal yeryüzüne, savaş meydanına indi. Fakat Tydeus'in yakaladığı düşmanından korkunç bir biçimde intikam almakta olduğunu gördü. O, kendisine getirilen düşmanın kemiklerini kırıyor, kafasını eziyor, sonra bir barbar gibi kafatasının içinden çıkan beynini yiyordu. Athena bunu görünce ondan iğrendi. Yardımına koştuğu savaşçıya sırtını dönerek onu kendi kaderiyle baş başa bıraktı. Barbarca davranışıyla yardımı hak etmediğini göstermişti.Zeka tanrıçası Athena bazen yeryüzüne iner, savaşlara katılırdı. Yunanlılar Medya'lılara karşı savaştığında küçük ordularını Athena idare etmişti. Bu yüzden bir avuç insan, barnarların çok kalabalık ordusuna karşı büyük bir zafer kazanmıştı. Athena aynı zamanda şehirlerin bekçisi ve koruyucusuydu. Sevdiği şehirlerin kalelerinde, surlarında canla başla savaşırdı. Yalnız savaşları sevmezdi, barışlarıda severdi, barışın nimetlerini, medeni hayatın güzelliklerini, zafer kazanan kralların kalplerine sokardı. Bu yüzden medeniyetle ilgili herşeyin koruyucusu sayılırdı.3. Athena Zeus'un en sevgili kızıdır. Athena (Minerva) was the daughter of Zeus. Yetişkin, zırhlı ve silahlı bir şekilde, babasının kafasından fırlayarak doğmuştur. Savaşta acımasız ve cesurdur ancak sadece şehri düşmanlardan korumak için savaştır. Şehrin, el sanatlarının, tarımın ve zekanın tanrıçasıdır. Yuları icat ettip, insanların atı evcilleştirmesini sağlamıştır. Trompet, flüt, çömlek, tırmık, saban, gemi ve savaşta kullanılan at arabası onun icatlarındandır. Bilgelik, akıl ve saflık tanrıçasıdır. Zeus'un en sevdiği çocuğu olduğu için, şimşekleri dahil, babasının tüm silahlarını kullanmaya izni vardır. Kutsal şehri Atena, ağacı zeytin ve hayvanı baykuştur.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩ (devamı gelecek)

B'ölüm-60-(59.bölümden devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑B'ölüm -LX-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑(59.blmdn dvm)

Bir başka efsaneye göre Thetis, Akhilleus bebekken onu kendisi gibi ölümsüz yapabilmek umuduyla Styx nehrine batırıp çıkardı. Bu işi yaparken bebeği topuğundan tuttuğu için Styx nehrinin suları oraya etki edememiş ve vücudunun heryeri yaralanmaz olan Akhilleus'un tek yaralanabilir yeri böylece topuğu kaldı. Yarı at yarı insan efsanevi Kheiron'un yanında yıllarca kalan Akhilleus'a Kheiron'un karısı da baktı. Kheiron Akhilleus'u, avladığı arslan, domuz ve kurt ilikleriyle besliyordu. Bu yüzden daha ufakken bile en ağır mızrakları, kılıçları bile kaldırabiliyordu. Akhilleus Kheiron'dan binicilik, at yetiştirme, araba sürme, saz çalıp söyleme, güzel konuşma, her türlü silahsız ve silahlı savaş tekniği, kargı atma ve koşma konusunda dersler aldı. Aldığı bu eğitimlerle Akhilleus, çağının tüm yiğitlerinden üstün bir konuma geldi. Kheiron ona ayrıca acıya dayanmayı, yalan söylememeyi, erdemli olmayı, hep kontrollü olmasını ve ayrıca hekimlik öğretti. Akhilleus Kheiron'dan öğrendiği hekimlik yeteneğini daha sonra Truva savaşı sırasında yaralılar üzerinde kullanacaktır. Akhilleus'un Kheiron'un yanında ne kadar kaldığı belli olmasa da Truva'ya onunla birlikte gelen lalası Phoiniks onu nasıl büyüttüğünü şöyle anlatır:
Tanrıya benzer Akhilleus, seni ben getirdim bu hale, canım gibi sevdim, yetiştirdim seni.Bensiz ne şölene gitmek isterdi canın, ne de evde yemek yemek isterdi,Oturturdum seni dizlerimin üstüne, etini keser, ağzına verir, dudaklarına uzatırdım şarabı.Göğsümde gömleğimi ıslatırdın boyuna, arsızlık eder şarabı püskürtürdün ağzından,Senin yüzünden neler çektim ben, neler. (İl. XI, 485 vd.)๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑
Anne Thetis birgün oğluna kaderini kendi seçebileceğini bildirir:İki ayrı kader götürecek beni ölüme;Burada kalır, savaşırsam Truva çevresinde,Tükenmez bir ün var, dönüş yok.Dönersem yurduma, sevgili baba toprağına,Ünüm olmasa da çok yaşayacağım,Ölüm öyle çabucak gelip çatmayacak. (İl. IX, 411 vd.) ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑
Akhilleus Myrmidon'lar ve efsanevi iki atı ile birlikte (Xanthos ve Balios) Truva'ya gelmiş ve savaşın sonlarına doğru Paris'in okuyla ölmüştür. Yunanlılar deniz kenarında Akhilleus için bir mezar yaptılar. İçinde Patroklos ve Akhilleus'un küllerinin bulunduğu kabı oraya gömdüler.Thetis'in Akhilleus'un cesedini alıp Tuna Nehri'nin karşısındaki Beyaz Ada'ya (Leuke, Bahtiyarlar Adası) götürdüğü ve Akhilleus'un orada esrarengiz bir hayat yaşamaya devam ettiği bazı mitologlarca yazılmaktadır. Denizciler, bu adanın yakınından geçerlerken gündüzleri sürekli silah şakırtıları, geceleri ise kadeh tokuşturma sesleri ve hiç bitmeyen bir şölenden yükselen şarkıları duyuyorlardı.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑
Bazı mitologlara göre Menelaos'un karısı, güzel Helena bu adada Poseidon ve diğer tanrıların huzurunda Akhilleus'la evlendi. Bütün ölümlüler için üzerine ayak basılması yasak olan bu adada bir oğulları oldu. Euphorion adındaki bu doğa üstü kanatlı varlığa daha sonra Zeus aşık oldu. Ama aşkı karşılık görmedi. Euphorion, Zeus'tan kaçtıysa da Zeus ona Melos adasında yetişti ve kendisinden kaçtığı için kızarak yıldırımlarla onu öldürdü. Adanın perileri ölüsünü alıp gömdüler. Ama öfkeli Zeus, perilere kızdı ve hepsini birden kurbağaya dönüştürdü. Herkeslerle yatmaya çalışan bu sapık zihniyetin tanrı ile bağdaştırılmasınında bir anlamı var muhakkak.Fakat bazı mitler o kadar akıldışı ve komik ki, o dönemin insanları buna nasıl inanmış şaşakalıyorsunuz. Tuhaf bir ipucu vereyim yine siz insanlarla ilgili olarak;Allah'ın tek ve bir olduğuna inanmak zor gelir de, tanrı yerine kendi yaptığınız putlara, doğaya, nesnelere, uıydurup ardından kendiniz de gerçeği bilsenizde bu tür şeylere inanmak daha işinize gelir nedense. Bir Allah'a inanmaz, yüzlerce tanrıya inanır insan; hakikaten tuhaf.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Neyse, Büyük İskender'in kendisine Akhilleus'u örnek olarak aldığını da eklemeliyim sözlerimin arasına. Napolyonun da Büyük İskenderi. İşte böyle sayın okuyucu, Eris'in ortaya attığı elma ile ilk güzellik yarışması başladı.Yarışanlar hakkında biraz bilgi verip bu mitoloji faslını kapatacağım şimdilik..
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑
ATHENA
Zeus'un bilgelik ve akıl tanrıçası Metis'ten doğan kızıdır.Efsaneye göre Metis hamile kalınca,Gaia Zeus'u uyarmış ve Zeus'da Metis'i yutmuştur.Athena'da silahlarıyla birlikte Zeus'un başından çıkmıştır.Bu nedenle Zeus'un kişileşmiş aklı olarak da kabul edilir.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(devam edecek)

B'ölüm -59-(58.Bölümden devam)


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ Bölüm -LIX- (58.bölümden devam ) ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑


Peki Aşil'e daha yakından bir göz atmakta yarar var mı?Bence evet sayın oku'yucu. Eskilerin yazdığı ve günümüze kadar gelen hiç birşey aslında akla ve mantığa aykırı değildir. Sadece bazen abartılmış bazen içi başka "şeyler"le doldurulmuş, bazen yanlış anlaşılmış ve o yanlış üzerine bir yığın saçmalaık inşaa edilmiş olabilir. Ama biliyoruz ki mutlaka doğru açıdan doğru gözle bakılır ve altmetinleri doğru okunabilirse; mutlaka, o saçmalık yığınların altında bile bize ışıyacak bir gerçek kandili görebiliriz. Asıl mevzuu, o gözle görmek için bakmayı becerebilmekte. Angelina'nın başta söylediği gibi, "görmek için bakmalısınız"..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑


AKHILLEUS (Achilles, Achilleus, Akhilles, Aşil)

Homeros'un İlyada destanı neredeyse Akhilleus destanı gibidir. Destan onunla başlar, onunla biter. Akhilleus, ölümlü Peleus ile Nereidlerden su perisi güzeller güzeli ölümsüz Thetis'in oğludur. Thetis bir deniz tanrıçası olup deniz ihtiyarı Nereus ile Doris'ten doğmuş 50 nereus kızlarının en ünlüsü ve en güzelidir. Thetis, Zeus'un eşi Hera tarafından büyütüldü. Thetis güzelliği ile hem Zeus'u hem de Poseidon'u etkiledi. Fakat Zeus, Thetis'in kendisinden doğuracağı çocuğun babasından daha güçlü olacağını öğrenir öğrenmez (Herakles'in Kafkaslarda zincirli Prometheus'u kurtarmasından sonra, Prometheus bunu Zeus'a söylemişti) Thetis ile ilgilenmekten vazgeçti. Böylece Olympos tanrıları hep birlikte Thetis'in en iyisi bir ölümlü ile evlenmesinin kendilerinin hayrına olacağına karar verdiler. Fakat Thetis, tanrıların kendisine koca olarak seçtikleri ölümlü Peleus ile evlenmek istemedi. Çünkü çocuklarının kendisi gibi ölümsüz olmalarını istiyor, o yüzden de kendisi gibi ölümsüz birisiyle evlenmek istiyordu. Bunun için çok dil döktü ve denizkızlarına özgü metamorfoz özelliğini kullanarak kılıktan kılığa girerek gizlenmeye çalıştı. Ama sonunda Peleus ile evlenmeye razı oldu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Peleus ise yunanlıların en dürüstü, en dindarı olarak bilinen Aiakos'un oğludur. Aiakos Zeus ile su perisi Aigina'nın oğluydu. Peleus ayrıca Telamon'un kardeşidir. Kalydon Avı sırasında istemeyerek kaynatası Eurytion'u öldürdü. Bu suçtan kendini arındırmak için İolkos'ta kral Akastos'un sarayına sığındı. Akastos'un karısı geldiğinde ise orada kralın karısıyla başı derde girdi ve karısı Peleus'a tutuldu, onu baştan çıkarmaya çalıştı. Başaramayınca da Peleus'u namusuna göz dikmekle suçladı. Akastos konuk yasalarını çiğnememek için Peleus'u kendisi öldürmek istemedi. Bir gece av yorgunluğuyla uykuya dalmış olan Peleus'u hayvanlara yem olsun diye silahlarını alarak yalnız bıraktı. Kheiron gelip Peleus'u kurtardı. Peleus öfkeyle gidip Akastos'la karısını öldürdü. Daha sonra birgün Peleus'un karısı ölünce tanrılar eş olarak ona Thetis'i seçtiler. Thetis kılıktan kılığa girerek kendisini sürekli Peleus'tan sakladı ve onunla evlenmek istemedi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Yarı at yarı insan bir yaratık olan Kheiron, Peleus'un yakın arkadaşıydı ve Kheiron'un yardımıyla Thetis'in hakkından geldi ve Thetis'i evlenmeye razı ettiler. Kheiron düğünde çok sevdiği ve hep kolladığı Peleus'a hedefini hiç şaşmaz, dişbudak ağacından özel yapım bir mızrak da hediye etti. Akhilleus Truva'ya savaşa gittiğinde Peleus, bu mızrağı, ölümsüz atlarını ve yanından hiç ayrılmayan Myrmidon'larını oğluna verip Phthia'daki sarayında onu sabırla yıllarca bekledi.
Akhilleus ölümsüz atlara nasıl sahip oldu?Harpy'ler (harpyalar) kuş vücutlu, pençeli çok çirkin yaratıklardı. Podarge, Aello, Celaeno ve Ocypete isimli harpya kızkardeşlerdi. İçlerinden Podarge, Zephyros'un dikkatini çekti ve Zephyros onunla çiftleşti. Podarge, Zephyros'a iki tane tay verdi ve isimleri Xanthos ve Balios oldu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Poseidon bu atları ilk önce Hera'ya verdi. Hera daha sonra atları efsanevi kahraman Kastor'a verdi. Daha sonra bu atlar Poseidon tarafından Akhilleus'un babası Peleus'a Thetis ile Pelion'da evlendiği düğün sırasında hediye olarak verildi. Böylece bu iki at sonradan Akhilleus'un müthiş atları oldu. Xanthos, kırmızımsı sarı renkli çok güçlü ve hızlıydı. Akhilleus kendisinden başka sadece Patroklos'un binmesine izin verirdi. Truva savaşı sırasında Akhilleus bu iki atı savaş arabasına bağlar ve savaşlara öyle katılırdı. Savaş sırasında Patroklos öldüğünde at kaçıp gitmişti. Aynı gün Akhilleus'a geri dönünce, Akhilleus tarafından azar işitmişti. Xanthos'a geçici olarak Hera tarafından konuşma yeteneği verildiğinden Patroklos'un ölümüne tanrıların sebep olduğunu, Akhilleus'un da yakında ölümüne tanrıların sebep olacağını söylemişti. Hektor'un ölümünden hemen sonra ölme sırası Akhilleus'a gelecekti. At böyle söyleyince Akhilleus yazgısını ve annesinin söylediklerini hatırladı.Peleus'un düğününe dönersek, düğün Tesalya'daki Pelion dağında yapıldı, tanrılar, yarı-tanrılar ve ölümlüler davet edilmişti ama bir tek kavga tanrıçası Eris çağrılmamıştı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Düğüne çağrılmadı diye davetlilerin ortasına altın bir elma atması sonucu bir güzellik yarışması tertiplendi. Uğursuz başlayan evlilik uğursuz devam etti. Peleus ile Thetis'in birçok çocukları oldu. Thetis bir ölümlü ile evlenmenin verdiği huzursuzlukla doğan her çocuğunu cinsiyet gözetmeksizin kendisi gibi ölümsüz yapabilmek için bir plan yaptı. Gece kocası uyurken çocuklarını tanrıların ölümsüzlük iksiri olan ambrosia nektarıyla (Kevser şarabıyla) yıkayıp, tılsımlı özel bir ateşe tutarak, etlerine işlemiş ölümlülük tohumlarını yoketmeye çalışıyordu. Bu şekilde çocuklarını ölümsüz yapacağım diye istemeyerek birer birer yakarak öldürüyordu. Gündüz de, gün boyu çocuklarını ambrosia ovuyordu. Bu şekilde Peleus, 6 çocuğunu kaybetti. Thetis, ölümlerin nedenini kocasından gizledi. Thetis, 7. çocuğu Akhilleus'a da aynı şeyleri yapıyordu. Kocası Peleus bu durumu önce anlayamadı. Bir gece Peleus uyanarak Thetis'in bebek Akhilleus'u bacağından tutarak aleve tuttuğunu dehşetle gördü. Çok kızarak çocuğu kurtardı ve Thetis'i evden kovdu. Bir ölümlü ile evli olmaktan zaten mutsuz olan Thetis ise denize kaçtı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Denizin derinliklerine dalarak bir daha geri dönmedi. Peleus, yaralı küçük Akhilleus'u alarak hekimlikte büyük üstad olan Pelion dağında bulunan Kheiron'un yanına gitti. Kheiron dudakları ve sağ ayağının aşık kemiği yanmış olan Akhilleus'un bakımının uzun süreceğini söyleyince Peleus çocuğunu büyütmesi için Kheiron'a bıraktı. Kheiron, çok hızlı koşmasıyla ünlü bir devin iskeletinden bir kemik alarak yanık kemiğiyle değiştirdi. Akhilleus'un çok hızlı koşmasının sebebinin bu olduğu söylenir.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(devam edecek)