B'ölüm -14- (Bölüm 13'den devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XIV-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (B'ölüm 13'den devam)
* Now talking in #edebiyat

* Topic is 'Her birimiz, kıyısız bir okyanusun üzerinde, kendinden başka konacak yeri olmayan birer yaralı martıyız!'

<&Sehrengiz> Biliyor musunuz efsanelere her zaman inandım. Yani oldukları gibi değil de örttükleri gerçekliklere dönüp baktığım için.. Korkuları örtmüş mesela, hani antik yunandaki sebebi açıklanamayan ama gerçekliği de red edilemeyecek bir takım olaylarla baş edebilmek için, örneğin yıldırım düşmesi Zeus’un işiymiş meğer ..

Sercan Kanala nickini "Su" yaparak girdiğinde sağ tarafta pek çok nickin üst üste yığıldığını gördü. En Üstte de kanal sahibi Soul'ü..Önce sadece yazılanları okumak istiyordu. O yüzden yeni bir ortama giren insanaların genelde yaptığı gibi, selam verip, sessizce bir köşeye çekilip izlemeye koyuldu.

Su>Selam herkese..
<&Sehrengiz > Aleyküm selam Su..
<.Soul> A.s.
<&Sehrengiz> İskandinav mitolojisinde Thor oluyor adı. Bunun gibi binlerce örnek çoğaltabilirim. İnsanoğlu ne garip bir varlık :S. Mit’lerle bile olsa, kendi duygularının üzerinikendi uydurduğu şeylerle örtmeyi nasılda başarıyor.
< +Efsuniii >Doooru diyosun da Sehrengiz, gene de ben sözü quantuma getireceğim. Belki de “doğrudur”..Olamaz mı? Olasılık dahilinde yani?
<.Soul> Hayır, ben katılmıyorum. Olasılık söz edilebilen bir şey olamaz. Çünkü eğer gerçekleşme olasılığı olsaydı, o zaten kendisini gerçekleştirmiş olurdu, yani artık “dahaca” olasılık olmaz, “gerçek” olmuş olurdu. Yok eğer, olasılık kuramına göre taşıdığı “potentia” yani , “gerçeklik çekirdeği” onu gerçek kılmaya yetmiyor. Şey gibi, mesela bir ağacın meyvesinin içindeki çekirdekte bir orman potantiyası vardır. Evet, kabul. Ama sonucta gerçeklikte değildir. Bu örnekteki kendini gerçekleştiren olasılık o mevyeni veren ağacın gerçekliğidir zaten.
<&Sehrengiz> Quantum ilk olarak nerede ve neden çıkmış ola ki? Çok karışık bir konu gibi sanki?
<.Soul> Aslında kendisi bir fizikçi olan “Cahil_Peri” nickli arkadaş daha iyi anlatır konuyu. Rica etsek de anlatsa? .
<@Cahil_Peri > anlatayım di mi? Peki , anlatayım bariii. Efenim, Lord Kelvin adında bir manyak mı desem, deha mı desem bir insan evladı çıkar , XIX.yy.'in sonuna doğru fiziğin hemen hemen tamamlandığını düşünür.Bu insan evladına göre yalnızca ısı ve ışık kuramı üzerine bazı bilinmeyenler vardır. Maşalla , insaoğlu iki aya çıktı iki atom bombası şeetti, dinamiti bulan adamcaazın adına ödüller felan dağıtır oldu ya, “olduk biz , erdik, başımız göğerdi” şeklinde bir kibriyaylan, işi gücü bırakıp kafayı bu fiziğin bitişine takar. Bir yandan da H. Hertz' adındaki bir dier manyakdaşıda boş durmas. 1887'de keşfettiği "fotoelektrik etki ve ısı kuramı" ile, gerçekleştirilen deneyler arasında garip uyumsuzluklar baş gösteriyor olduğunu da biliyordur. Enteresan yan bu , bilim adamlarının; pek de önemsemediği bir konunun, tüm detaylarının önceden açıklandığı bir kuramın başlarına çorap örmeye başlamasıylan quantumun temelleri atılmaya başlandı. .
< £Neverturns>Yahu ne biçim anlatıyor konuyu, çok keyifli.ama güzide dilimizi mahvediyor ayrı konu. Neyse devam ediniz lütfen sayın Cahil_peri, cehaletinizi itiraf edicek yüreğiniz olduğu kadar konuyla ilgili söyleyecek sözünüz de bol sanırım?
< @Cahil_Peri> :)))) Pek tabii efenim..Lakin, müteşebbis şahsiyetceğinize, dilin sadece anlamları ifade etme aracı olduğunu, yazınsal şeelere dikkat etmesem de ne demek istediğimin anlaşıldııını anımsatıp,kaldığım yerden deam etmek buyuruyorum kendi dim’ağıma hazır düşmüş iken yeni kurbanlar..Efenim; bir yandan bizim manyaklar fizik bitti ahu vah die kendilerini paralarken, dier bi yandan Alman Ağırlıklar ve Ölçüler Enstitüsü, yeni elektrik lambaları için bir ölçek ararkene, fizikçi W. Wien'den bir "kara cisim'ciin sıcaklığıyla, onun yaydııı ışınlar arasındaki bağıntıyı belirlemesini istedi. Bilindiii üzre ısıtılan cisimler ısırdı, di mi?(ısırmıo, ısıno manasında, efenim). Sözgelimi bir bakır parçası morötesi ışınları yaymadan önce İlkin kızaracak, sonra akkor hale gelecektir. Bu aşamada cismin yaydığı maksirnurn ışınlar mora kayacaktır.

<.Soul> İlginç ve eğlenceli..Devam lütfen..
<@Cahil_Peri> :))) usaktan ööledir, ama yakından pek diil Soul'cuğum, hehehe. Efenim, 1900'da Berlin Üniversitesi profesörlerinden M. Planck bu problemi kuram yoluyla çözmeye çalışırken olanlar oldu. Hemi de ne olmak...Cık cık cık. Pişmiş şinitzelin başına gelmez ayo bu kadarı. Efenim, Planck'a göre kara cisim ( üzerine gelen bütün ışık, elektromagnetik dalgaları yutarak büyük enerjilere sahip olabilen cisim) ışıması-soğurması denen bu problem, gözlem ve deneylerle ancak şu şartta uyuşuyordu: Kara cisme ulaşan ya da ondan yayılan ışınların sürekli değil; aralıklı, kesik kesik enerji paketleri şeklinde olması gerekir. Yanisi bööle kara tren vagonları gibin, her bi vagoncukta enerci taşıyolar. Bu ifade açıkçası, klasik fizikte hep sürekli bir büyüklük olarak algılanan ve böylece işlemlere sokulan enerjinin aslında parçalı da olabileceğini söylüyordu. Bundan dolayı yeni bulguya "miktar parça" anlamında "kuantum1' denildi. Ben olaydım, enerci katarı manasında, sinerjiye de gönderme olsun diye kinerji derdim. :P Kuantum burdan peydahlanıyor.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sercan, Zurna’daki bu chad, sohbet kanalında üstelik de Edebiyat’ı ilgilendiren bir kanalda kuantumun tuhaf ama eğlenceli bir şekilde anlatılıyor olmasından keyif almıştı. Sesini çıkarmadan diğer user’ların yaptığı gibi, bu ilginç diyaloğu bir süre daha takip etmeye karar verdi.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑ (Arkası yarın)

B'ölüm -13-(Bölüm 12'den devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XIII- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(Bölüm 12'den devam)

Sercan iletişim ile ilgili düşünürken ana amacın ne olduğuna odaklanmıştı. Birden aklına geldi, kafasını kaşıyıp bir eliyle, yüzünü buruşturarak burnunu sağa sola oynattı. En etkilendiği düşünsel keşiflerinde yapardı bu hareketi genelde. ”Anlaşılmak!” dedi kendi kendine. "Anlaşılmak için iletişim gerek. İletişebilmek için ne gerek peki?". Düşündü yine hızlı hızlı.

Bir başkasının düşüncesini öğrenmek için önce, “o” başkasıyla birlikte aynı ortamda olması gerekiyordu. “O” kişinin(yada kişilerin), ilgisinin kendisinde; kendisininki de “o” kişi de olması gerekiyordu. Ardından “o “ kişi söylemek istediği şeyi düşünüyordu ki; bunun için beyin hücrelerinin elektrik üretmesi gerekiyordu. Hemen ardından söylemek istediği şeyi tanımlayan harfleri dil bilgisi kuralları gereğince dizip, önce kelimeye; ardından cümleye dökmesi gerekiyordu. Ama bu da yeterli değildi, o cümleyi iletebilmek için ağız- dil- ses tellerinin harekete geçmesi; dudaklarla rötuş yapılması gerekliydi. Böylece ; önce cümleye dönüştürülen "soyut" düşünce bir derece "soyuttan somuta" indirgeniyordu ve o cümle de ardından sese yani "somuta" indirgeniyordu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Macera devam ediyordu henüz oysa. O sesli cümle –yani düşüncenin somutlaştırılmış hali- somut kulaklar tarafından duyuluyor,sesin düzeneğinden kelimeler ve cümleler tanımlanıyor, algılanıyor ardından “anlam” eğer bütün bu karmaşa içinde bir hata olmamış ise kendini diğer kişinin soyut dünyasına soyutlayarak taşınmış oluyordu. Ne gereksiz , yorucu enerji ve vakit kaybı! Diye düşünde Sercan. ” Keşke herkesle Angelina ile kurduğu iletişimi kurabilseydim”, diye düşündü. Sanki aralarında koca bir vadi olan iki dağın tepesinden birbirlerine sürekli mesajlar gönderiyorlardı ve bu mesajları elden ele taşıyan görünmez canlı halkalardan oluşan bir zincire bağlıydılar. “Ne çıldırtıcı bir esaret!”, dedi yine kendi kendine.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Bütün bunları düşünürken sağ eliyle oynattığı mousun ucu kazara bir programa bastı ve program PC’de çalışmaya geçti. Mirc. “Zurna Net’e hoş geldiniz..” İlgisini programa yönlendirerek kısa sürede programın işleyişini çözdü. Seçmesi gereken kanalların listesine bakıp orda gördüğü Edebiyat ve Psikolojik Sorunlular ve Kafka isimli kanallara girdi. Edebiyat’ı kendisine yakın olduğu için, Psikolojik anlamda sorunlu’ları merak ettiği için ve “Kafka “ isimli bir kanalı da ismi hoşuna gittiği için seçmişti. .. Kendisine henüz bir “nickname”; takma isim seçmemişti. Psikolojik Sorunlular kanalının tepesinde nokta işaretli “Sehrengiz” nickli kişi kendisine bir isim seçmesini söyledi. Bu güne kadar kimse kendisine bir isim seçmesini söylememişti. Bunu tuhaf ama hoş buldu. Sercan adının Sercan olduğunu biliyordu. Kimin koyduğunu ne anlama geldiğini bilmese de. Bu konuyu daha önce hiç düşünmemiş olduğunu fark etti. Çok doğal bir şekilde ismini kabullenivermişti.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Bir şeyin “öyleliğini “kabul etmek. Örneğin kar neden simsiyah değil de bembeyazdır? Bu Sercan’a göre saçma bir soruydu. Şöyle yada böyle..şu yada bu nedenle. Sonuçta kar beyazdır ve Sercan da tıpkı karın beyazlığını öyleliğiyle kabul ediverdiği gibi ismini de öyleliğiyle kabul edivermişti. Ancak ilk defa biri kendisinden takma da olsa bir isim seçmesini istiyordu. Gözlerini kapadı. Ve aklına gelen takma isimleri düşündü. Dört arkeyi düşündü. Toprak,hava, ateş, Su?.. “Su” isminde kara kıldı. Kendisini huzurla dolduran bir isimdi. Aslında okyanus,içinde milyonlarca canlı barındıran ürkütücü mavi sonsuzluğu bile bir damla su ile oluşuyordu. Bir sürü su damlacığın birbirine katışmasından.. nickname’ni , takma ismini girip kanal geneline “ selam “ yazdı. Herkes tarafından alındı selamı. Sehrengiz;Soul, Efsuniii, Peter Pan ve Neverturns ile birlikte “Kuantum Fiziği ve Algı “ konusunda konuşuyorlardı hararetle. Bir süre konuşulanları izledi. İlginç diyaloglar cerayan ediyordu. Kanalda suskunluğunu Sercan kadar koruyan başka biri de vardı. Nicki "Beyaz"dı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑(Arkası yarın)

B'ölüm -12- (Bölüm 11'den devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XII- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(Bölüm 11'den devam)
Evet, aslına bakarsanız sayın Oku'yucu çağın en büyük hastalığı ne Aids, ne kanser, ne de başka hastalıklar. Çağın en büyük hastalığı siz insanlar arasındaki "İletişim sorunu". Hepiniz çocuk oldunuz... Beden dilini , sözcüklerinizin yetmediğinde kullandığınızı elbette bilirsiniz. Örneğin yeni doğmuş bir bebek sadece yemek ve dışkılamak olan temel ihtiyaçlarını sadece "ağlayarak" ifade edebilir. Bedensel bir reaksiyonla, rahatsızlığını, ihtiyacını "ifade" biçimi, "öğrenilmemiş", zaten doğasında var olan yani daha açık bir şekilde "ağlayarak"; "duygularıyla" etkileştirdiği tepkimesiyle bildirir. Peki, büyüdükçe, öğrenme süreci başladıktan sonra, davranışlarımızda nasıl bir değişiklik olur? Hala öfkelendiğinizde kendinizi çok rahat ifade edebilir, küfredebilir, alay edebilir, sesinizi yükseltebilirken; beden diliniz tam bir "sövüş-dövüş kulübü" fanı haline getirebilmişken sizi, sevdiğinizde, duygularınızı aynı rahatlık, ivedilik ve netlikle ifade edebiliyor musunuz?
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Peki, İletişim dediğimiz şey gerçekte nedir? Aranızdaki uzmanlar ve bilim adamları iletişimle ilgili bakın neler demişler:"İletişim kavramının farklı alanlarda birbirinden farklı anlamlarda kullanılmasına ilişkin yapılan bir araştırmada, 15 ayrı anlamda kullanıldığı belirlenmekle birlikte "iletişim" sözünün konumuz bağlamında ilk çağrışımı, insanlar arasında duygu, düşünce ve bilgilerin her türlü yolla başkalarına bildirimi olmaktadır.Tüm yaşamı boyunca, psikolojik olarak insanın, varlığını bildirmek ve varlığının farkındalığının kendisine bildirilmesi ihtiyacı vardır.Bu ihtiyaç içindeki insan, sözlü veya sözsüz çeşitli iletişim yollarına kaçınılmaz olarak başvurur. Her türlü iletişim insanın psikolojik gereksinmelerinin sonucudur. Kendisini tanıması, tanıtması ve dönüt alarak kendini değerlendirmesinde bu iletişim süreçleri önemli rol oynar. Kişiler arası iletişimle ilgili olarak yapılan tanımların buluştuğu nokta bu iletişimin psikolojik nitelikli bir bilgi alışverişi olduğu yolundadır(Capelle 1987). "
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Bunun dışında aranızdaki bazılarının bu sorun üzerindeki tespitlerine de göz atalım birlikte..Tamamen tesadüfen içinizden birilerinin düşüncelerini alıp aynen aktarıyorum:
"Çağımızın en önemli eksikliği. Görüyoruz, duyuyoruz,konuşuyoruz fakat anlatamıyoruz yahut onlar anlamıyor. Hadley Read der ki:" Aya çıkan insan ile iletişim kurabilecek sistemleri geliştirmiş bulunuyoruz. Buna karşın çoğu kez anne kızıyla, baba oğluyla, zenci beyazla, işçi işverenle, demokrasi komünizmle anlaşamıyor..."
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
"Ben ağaç diyorsam / yeşil diyorsam, acaba benden başkaları için de aynı şey midir ağaç / yeşil? 'Seviyorum' diyorsam, benden başkaları 'seviyorum' dediğinde de acaba aynı anlamda mıdır sevgi? Yoksa iletişim herkesin aynı kelimeleri kullanarak farklı şeyler algıladığı yanılgılar bütünü müdür?
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
'Bazen bazı şeyleri söylemeye hakkım var, diyorum. Ama söylersem karşımdakine haksızlık olacak;susuyorum...Yine bazen söyleyeceklerimi karşımdakinin duyma ve bilme hakkının var olduğunu görüyorum, ama bu kez bakıyorum benim söylemeye hakkım yok,yine susuyorum. Ancak gördüm ki olgun ruhlar,sözcükler olmadan da duyuyorlar, anlıyorlar, konuşuyorlar ve paylaşıyorlar. "lord chesterfield
Lordun haklı olduğu yanlar yok değil elbette ama yine de söylemek istediklerini "doğru "bir üslupla söylemeyenler bir süre sonra ya riyakarlığa, ya dedikoduya yahutta kendi içlerine ata ata ruh hastası olmaya doğru ivmelenen bir süreçle karşılaşıyorlar. Bunun dışında önemli bulduğum bir Türk Şairinin dediği gibi "Artık çocuk değiliz..Susarak da bir şeyler diyebiliriz.." sözünün de önemle düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Neyse sayın Oku'yucu aslında o kadar çok söylenecek şey olmasına rağmen konuyu dağıtmamak adına Sercan'a dönelim. O iletişim- iletişimsizlik konusunda neyi düşündü ve fark etti, birlikte bakalım..
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑ (arkası yarın)
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XI- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(B'ölüm Ondan devam)

Sıkıldığını hissetti. Sanki görünmez bir el göğsünden içeri soktuğu eliyle kalbinin hemen bulunduğu yeri eşeleyip zaman zaman da bir ton ağırlıkla bastırıyordu. Gözü ilginç bulduğu bir başlığa kaydı:

"Dünyalılarla uzaylılar mı savaştı?
Sanskritçe´de "maha" büyük ve her şeyin toplamı anlamına gelir; "bharata" ise komünel bir isimdir veya bir bilgeliğin tanımıdır. Daha öte metafizik yorumlarda sözcüğün "insan" anlamında olduğu da söylenir; bu bağlamda "İnsanlığın Öyküsü" yazılmıştır. Destanda anlatılan dev savaş öncelikle klanlar arası bir çatışma gibi görünse de, aslında tüm gezegenin egemenliği yolunda bir kavgadır ama sonunda öyle bir savaş başlar ki, tüm evren yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Savaşta kullanılan silahlar hem dünyasal (ok, balta, kılıç, mızrak gibi) hem de tanrısaldır (ışınlar, atomik silahlar, uçan araçlar gibi) Bir bakışa göre, Mahabharata en eski bilim kurgu örneğidir ve zeki canlılar arasındaki bir anlaşmazlığı, bir savaşı ve günümüz teknolojisinin çok ötesinde silahların kullanıldığını anlatır. Örneğin bir bölümde içinde destanın kahramanlarından Krisnha´nın da bulunduğu Vrishni´ler, Salva adlı lideri bir güçle kuşatırlar. Bunun üzerine zalim Salva, her yere gidebildiği Saubha adlı arabasına binerek "yükselir" ve sayısız cesur Vrishni genciyle beraber tüm bir kenti harabeye çevirir. Saubha adlı araç daha önceki bölümlerde anlatıldığına göre savaşın yönetildiği bayrak gemisidir ve Salva´nın kentinde bulunmaktadır yani oradan kalkıp, savaş alanına getirilmiştir. Buna karşın Vrishni savaşçılarının da benzer silahları vardır; Pradyumna adlı kahraman özel bir silah kullanır, bu silah en yüksekteki tanrıları dahi durdurmaktadır; silah için "savaş alanındaki hiçbir insan onun oklarından kurtulamaz" tanımı yapılır ve Salva Krisnha´ya doğru düşer, Krisnha gökte Salva´yı izlemeye başlar fakat Saubha adlı araç göklere özgün tanımla adeta yapışmıştır. Krisnha tüm silahlarını durmaksızın fırlatır; roketler, misiller, mızraklar, çiviler, savaş baltaları, üç yüzlü oklar, alev püskürtücüler vb... Gökte yüzlerce güneş ve ay belirir, yüzlerce yıldız doğar. Ne gece ne de gündüz vardır, zaman anlaşılamaz. "

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

İnsanoğlunun tarihsel destan dediği, bu hayal gücünün sınırsız ve fütursuz kullanımı can sıkıntısından çok eğlenceli sayılırdı Sercan için. Ama henüz eğlenceye ayıracak zamanı yoktu. O; ninniler, masallar, hikayelerle değil "gerçeğin kendisiyle" ilgiliydi. İlk var oluşun sırrına dair bildiği, sorgulama gereksinimi bile hissetmediği bir şey vardı.:İnsanların “Yaratıcı” dediği varlık... Mutlaka kendisini de, içine düştüğü bu dünyayı da, düzeni dengeyi de, soruları ve cevapları da-bazı cevaplar henüz doğru sorular sorulmadığı için bulunmamış olsa da- Yaratan , yöneten, Hakimiyeti altında izleyen ,müdahale eden ve serbest bırakan bir Varlık mutlaka vardı.

Yine de içinden her şeyin bir “tesadüf” sonucu olup olmadığını düşündü. Bu ihtimali de aklından çıkartmamayı ama “var!” ihtimaline göre davranması gerektiğini düşündü. Çünkü “yok” ise sadece yoktur. Yoktan herhangi bir şeyin yapılıp edilmesi söz konusu değildir. Ama Var ise, O’na göre davranmak gerek..Her akıl sahibi bu farkın farkındadır..Bu “Yaratıcı”yı bulmak ve “Ne yapmak istediğini” öğrenmek konusunu daha ileride düşünmek üzere not defterine, hafızasına iri harflerle yazdı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Yeniden İnsan konusuna dönüp araştırmasına devam etti Sercan. Pek çok siteye göz gezdirdi, okudu, anlamaya çalıştı. Girip baktığı onlarca sitede aradığı soruya tatmin edici bir yanıt bulamadı . Sonunda da iyice sıkıldı ve kalktı bilgisayarın başından… Sorularına aradığı cevapları bulmanın kolay olacağını ummuyordu ancak bu kadarı da oldukça zor gelmişti ona. Kafası zonkluyordu. Kendi dünyasında okumak zorunda kalmazdı hiç. Kelimelerin üzerine, harflerden harflere, hecelerden hecelere atlayıp zıplayarak yürür ve kelimelerin dokusu, manyetik alanı dahiline katıp karışıverirdi. O an; bilirdi artık. Anlam; kendisine katıldığında, bilmiş olurdu. Oysa bu dünyada, bu geziyi gözleriyle yapmak zorundaydı. Göz gezdirerek harflerden harflere, hecelerden kelimelere; o kelimelerin, cümlelerin anlamının; gözlerinden bilincine süzülmesi gerekiyordu. Kendi dünyasındaki kadar olmasa da okumak iyi geliyordu yine de Sercan’a. Araştırmasının çok yönlülüğü ,kapsamlı oluşu, kendisini daha doğrusu beynini yormuştu. Kolay değildi daha önce hiç kullanmasına gerek olmayan bir sürü şey kullanıyordu. Kendisine en zor gelenini düşündü. “İletişim!”
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (Arkası yarın)

B'ölüm -10- (B'ölüm 9'dan devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -X-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(B'ölüm 9'dan devam)

Gerisi saçma sapan ve bilimsellikten mantıktan uzak bir yerlere dayanan yazıdan başka bir link’e tıkladı Sercan. “Dünyanın en eski destanı”; diyordu. Belki aradığı sorulara cevap verebilecek bir yazıdır diye düşündü.

"Dünyanın en eski destanı; On bin Yıllık Nükleer Savaş "Bu günümüz, dünün düşünceleridir; şimdiki düşüncelerimiz yarınımızı inşa edecektir; yaşamımızı düşüncelerimiz yaratır." "Dhammapada "Mahabharata çok büyük ve karmaşıktır ama 18 Yüzyıl öncesini çok net olarak açıklamaktadır." Reader´s Digest "Mysteries of the Unexplained" "Bu öyküyü kuru bir çubuğa anlatsaydın, yapraklanır ve köklenirdi." Henri Michaux Hindistan´in ulusal destanı Mahabharata, aslında bir şiirdir ama çok büyük ve karmaşık bir şiir külliyatı olarak düşünülebilir. Sözcük sayısı "Mesnevi"den çok daha ötededir ama büyük olasılıkla tek bir kişi tarafından yazılmamıştır. Sanskritçe yazılmış olan Mahabharata şimdiye kadar yazılan en uzun şiirdir, "stanza" denen yüz bin kıtadan oluşur yani İncil´in 16 misli, Ansiklopedi Britannica´nın tamamı kadardır. Bazılarına göre MÖ 3.-5. Yüzyıl aralarında yazılmıştır, bazılarına göre MS. 4. Yüzyıl´da derlenmiş, bazılarına göre ise çok daha eskilerde 19-20.000 yıl evvel yazılmıştır. Hintliler´e göre Mahabharata´da olmayan bir şey hiçbir yerde yoktur. Batı dünyası bu inanılmaz dev destanı ancak, 18. Yüzyıl´dan sonra tanımıştır; o da destanın sadece küçük bir bölümü olan 1785´de Londra´da Charles Wilkins çevirisiyle yayınlanan "Bhagavad-Gita"dır. "

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Okumaya devam etti Sercan,yazının içeriğiyle ilgili bilgi veren kısımlarını..

" 19. Yüzyıl´da doğubilimci Hippolyte Fauche, 200 kişilik bir ekiple tüm destanı Fransızca´ya çevirmeye başladı ama ömrü vefa etmedi. Sonuçta eksiksiz İngilizce çeviri ancak 20. Yüzyıl´ın başında yine Hintliler tarafından Bombay´da gerçekleştirildi. Günümüzdeki en ilginç ve inanılmaz Mahabharata olayı; Jean Claude Carriere, Marie H. Estienne, Peter Brook ve arkadaşlarının 16 yıl çabaladıktan sonra 1985´de ilk kez Avignon´da sahneye koydukları "Mahabharata" adlı oyundur, oyun 9 saat sürüyor, bazen üç gecede, bazen bütün bir gün veya bütün bir gecede oynanıp bitiriliyor, 16 ulusa mensup 25 oyuncu sahneye çıkıyordu. Carrier, üç yıl süren sahnelemenin sonucunda, farklı bir etkinin oluştuğunu vurguluyordu; "...bu etki dünyanın üzerine çöken bir tehdit miydi? Yoksa doğru eylemin gerçek anlamının inatçı araştırması mıydı? Alın yazısıyla oynanan ince ve kimi zaman acımasız bir oyun mu?... (Can Yayınları/Mahabharata-1991)" Aynı ekip, yorulmaksızın çalışarak, inanılmaz bir performans sonucunda oyunu, bir film ve bir de TV dizisi haline getirmeyi başardı."

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(arkası yarın)

B'ölüm -9-

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑B'ölüm -IX-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(B'ölüm 8'den devam)

http://www.google.com.tr/search?hl=tr&q=insan&meta=

(Yukarıdaki adresi tıklayıp Sercan'ın gördüğü sayfayı görebilirsin)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sayfayı şöyle bir inceledi ve gözüne kestirdiği bir linki tıkladı Sercan:

“Adem ve Ademoğulları. Adem, üç semavi din tarafından ilk insan olarak bilinir. Fars-Sanskrit kökeninde bulunan "adamas" sözcüğü Türkçe'de "adam", erkek olarak yerleşmiştir (2). Bu gösteriyor ki Adem sözcüğü oldukça yaygındır. İbranice'de "kızıl toprak" anlamına gelen Adem, ilk insanın Kızılderili olduğu kanısını uyandırmıştır. Ayrıca, Atlantaloglar arasında Atlantis'in toprağının verimli, volkanik ve demir oksitli oluşundan dolayı kırmızı renkte olduğunu düşünenler de var. Kızılderili, Amerika'nın keşfinden çok önce Grekler tarafından (Atlantisliler gibi) deniz ulusları olan Finikelilere ve Giritlilere denilirdi. Fenikeli (Phoinikia) Grekçe'de Kızılderili anlamına gelir. Ayrıca Mısırlılar kendilerinin aslen Kızılderili olduklarını söylerdi. Blavatsky'e göre, "Gizli Doktrin öğretir ki, Ad-i ilk konuşan insanlara verilen adını... Adam, Sanskritçe Ada-Nath'dır, ve Ad-İswara gibi ilk önder anlamına gelir. Aynı şekilde Ad (ilk)'le başlayan her hangi bir Sanskrit sözcük bu anlamı içerir" (3).Fenikelerin tanrısı Adonis etrafında, Anadolu ve Orta-Doğu'da yaygın bir kült oluşmuştu. Batı Anadolu'da Frigler ona Attis derlerdi. Sami dillerde Adonis sözcüğü efendi veya önder (hükmeden) anlamını aldı. İbraniler Tanrı anlamına gelen "Yahweh" sözcüğü boş yere kullanıp on emirlere karşı gelmemek için onun yerine aynı kökenden "Adonay" sözcüğü kullanırlar.”


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑ (arkası yarın)

B'ölüm -8-(B'ölüm 7'den devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -VIII-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(B'ölüm 7'den devam)

Kitaplar da asıl geldikleri kaynak olan ideal kitaba, asıl kitaba, belki bir cümleyle, belki bir olayla belki bütün varoluşuyla birlikte dönmeye çalışırlar. Bu sadece felsefi bir döngü yada dönüşten de ibaret değildir üstelik. Bilimsel olarak da ispatlanmış deliller mevcuttur. Kararlı hale gelmeye çalışan elektronlardan tutun da biyolojik organizmaların ölümünden sonra saprofit denilen çürükçül bakterilerin yardımıyla ayrışıp yeniden toprak olmalarına kadar pek çok değişik şekilde örneklendirilebilir..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Bunun dışında bağlantı kurulabilecek bir başka açıyı paylaşmak istiyorum seninle oku'yucu. İnsan vücudunun en gelişmiş hücreleri beyin hücreleridir;nöronlar. Elektrik üretirler ve insanlar bu elektrik akımının deviniminden “düşünür”, soyut bir dünyaya ulaşırlar. Ancak her ne kadar nöronlar bu elektriği üretip düş ve dünce dünyasının “bilinç” dediğimiz soyut dünyasının oluşumuna “sebep” olsalar da “sonuç” olarak orada değildirler. Hatta şu an kendileri hakkında düşünülüp yazıldıklarından bile habersizdirler onların yardımıyla düşünülüp, yazılabiliyor olsa da..Onlar, bu somut dünyanın esaretindedirler. Doğarlar, büyüler ve ölürler. Kendilerini diğer vücut hücreleri gibi yineleyemezler. Yine de vücudun diğer hücrelerine göre en ileri, en gelişmiş,özerkleşmiş hücrelerdir. Şimdi biraz birlikte düşleyelim: Vücudun diğer hücrelerinin nöronların seviyesi en doğru evrindiğini farz edersek nöronlar da boş durmayıp daha ileri bir düzeye doğru evrineceklerdir, doğal olarak, yani enerjiye..Bu evrinim; ne zaman tam olarak gerçekleşti, işte o zaman, insanlar tamamen enerji haline gelecek ve soyut bir düzleme taşınacaklardır. Aynı şey kitapların dünyası içinde geçerli olsa o en ideal kitaba doğru bir evrinim söz konusu olsa o son noktada artık harf, hece, kelime, biçim şekil ortadan kalkacak yani sadece anlamlar kısaca “anlamlar” dünyasıyla karşılaşılacaktır. Bir masanın ortaya çıkışından önce masa ideası-düşüncesinin ortaya çıkmış olması gerekliliği, mantığının tam tersinin işlemesi gibi ..Masadan , masa düşüncesine doğru gidebilmek. Yani bu somut satırların yardımıyla okuyucunun , senin, Sercan'ın dünyasına gidebilmesi kısaca...

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

İşte bu yüzden Sercan, "Düşünüyorum öyleyse varım", dediğinde durmadı; kendi dünyasının da yabancı olduğu duygusuyla , aidiyetsizlik ile çarpışarak kalakaldı:” Hiçbir yere ait değilim ama düşünüyorum öyleyse varım..Belki de beni de düşünen biri var. O her kim ise düşündüğü için varım sadece!” dedi. “ Peki; ya bende birini düşünsem acaba düşündüğüm o kişide var olacak mı? Bunu anlamanın tek yolu oturup birini düşünmek düşlemek ve var olduğunun kanıtı olarak onu yazmak!” dedi kendi kendine.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Yataktan bu yeni kararının verdiği neşeli hal ile kalktı. Mutfağa seğirtti ve ağzına kadar dolu olan buzdolabından gözüne hoş gelen fakat ilk defa gerçekte tadına bakacağı kahvaltısını hazırlamaya koyuldu. Kendi kendine nasıl bir kişi oluşturacağını, düşünüp var edeceğine karar vermeye çalışıyordu. Bu var edeceği kişi bir insan mı olacaktı? İnsan? Kendi kendine sordu; “Ben insan mıyım?” Çok da dikkat etmediği bir süreçte kütüphaneden çıkıp buraya kadar gelmişti. Kimseyi inceleme fırsatı olamamıştı. Bu yüzden birini düşünüp var etmeden önce ilk yapması gereken şeyin insanları incelemek olduğuna karar verdi. Peki bunu nasıl yapacaktı? Angelina kelebeğe dönüşüp gitmeden önce keşke biraz daha kalsaydı. Aslında ona sormak istediği milyonlarca soru vardı. “Dur bir dakika..” dedi. Angelina’nın çantasını koyduğu masada bir bilgisayar görmüştü. Kendi dünyasında gezerken ne işine yarayacağını bilmese de kazara üstüne bastığında "anlamını ve işlevini", bırakmıştı bilgisayar sözcüğü idrakına. Onu kullanabilecek bilgi yeterliliği de mevcuttu kendisinde, hem de pek çok kişiden daha fazla. Bilgisayar ve olanaklarından dilediğince yararlanabilirdi yani. Bu işini hayli kolaylaştıracak fikir mutluluğunu biraz daha çoğalttı. Keyfi iyiden iyiye yerine gelmişti. Yeterince doyduğuna karar verdikten sonra kalktı yerinden ve bilgisayarın başına geçti. Bilgisayar sözcüğünün dahilindeki internete bağlanıp çıkan sayfadaki arama motoru googla “insan” yazdı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑(Arkası yarın)

B'ölüm- 7-

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑B'ölüm -VII-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(B'ölüm 6'dan devam)

Sercan, yataktan zorlayarak kendini kalktı. Oysa kendisine kalsa o yatakta sadece düşünerek, düşleyerek bütün bir zamanını geçirebilirdi.Lakin somut ve organik bir bedende olmanın bir takım zorunlulukları vardı malum. Kazınan karnının kazıntısını gidermeye niyetli bir şekilde mutfağa yöneldi. Kendisine yiyecek bir şeyler hazırlarken kendini daha iyi hissediyordu…Bazen de sıradan gündelik işlerle uğraşmak dinlendirici olabilir. Bulaşık yıkamak, zihinsel aktivite gerektirmeyen herhangi bir işle uğraşmak. İnsanın kendisine ayırdığı , hayatın karmaşık ve hızlı kaosundan kendisine hırsızladığı zaman dilimlerinin iyi hissettirdiğini fark etti.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑



Okuyucu, umarım okudukların sana çok bildik ve tanıdık geliyordur. Aksi halde senin kendine çok yabancı olduğunu söyleyebilirim. Bu tespitim içini acıtmasın; gözlerini gezdirdiğin bu kitap; yani ben,” sana”,” seni “yansıtan bir aynadan; yani kısmen senden ibaretim ve bu yüzden söyleyeceklerim her ne kadar acıtıcı olsa da yüzleşeceğin kendi gerçekliğinden başka bir şey değildir.. Kendini tanı! Sözünün anlamıyla başlayan ve çağlar ötesine uzanan insanlığın macerasında kendi konumladığın durumu abur cubur bir hayatla tüketmeden önce kendinin farkına varmak ürkütücü olsa da, en azından kendini anlamlı kılma şansına hala sahip olduğunu bilmelisin. Her insan ölür ama gerçekte her insan yaşamaz ne yazık ki. Aslına bakarsan kitapların dünyası da tıpkı insanların dünyasındaki bir takım gerçekliklerle paralel yürür. Bir insanda insanlığın bütün halleri nasıl mevcutsa; yazılmış ve henüz yazılmamış bütün kitaplarda asıl kitabın cüzleridir, fasikülleridir, özetleridir sadece. İnsanlar arasında bireysel bilinç her ne kadar çeşitlilik arz etse de bireye doğru indiğimizde, kolektif bilinç dediğimiz bir üst noktaya çıktığımızda bireylerin öneminin kalmadığını hayretle görürsün. Basit bir anlatımla, bir salkımda bulunan üzümler gibidir. Her birini ezip sıksan ortaya şarap çıkacaktır. O üzümün ve şarabın bir üst anlamı, ancak şarabı içende uyandıracağı etki, işlev ile anlamlıdır; sarhoşluk... Yada isimlerle nesnelerin ayrışması gibi de örnekleyebilirim: İsmin SENİ işaret eder ama SEN DEĞİLDİR sonuçta.


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

İnsan tekil olarak, birey olarak insanlığın en zirvesindeki ideale doğru yol alır sanılır genelde. İleri doğru, gelişmeye doğru gidildiği düşünülür. Oysa bu bir yanılsamadan ibarettir. Zaten en ideal olandan, var oluş anlamından geliyordur insan ve o geldiği yere doğru gitme eğilimdedir… Yerden havaya fırlatılan taşın yerçekimi dolayısıyla yere düşmeye meyilleşmesi gibi. Doğum, Ölümün ilk belirtisidir, diyen filozof gibi. Biz doğar doğmaz aslında ölmeye başlarız, ölüme doğru yol almayız. Bir geri sayım gibi kısaca. Doğada her şey özüne dönmeye çalışan bir hareketlilik içindedir: Demir pas halinde bulunur ve insan demiri alıp işler. Oysa demir kendisiyle kaldığı anda oksitlenmeye, paslanmaya, başlar. Hareket dediğimiz olguda da böylesi bir ivme vardır. Her ne kadar çelişki doğuruyor olsa da bütün hareketlerin amacı durma’ya , uyum sonsuzluğuna erme çabasından başka bir şey değildir. Eric Fromm; bu çelişmeyle ilgili olarak: insanın gelişimi için gereken itki, ona sonradan kazandırılmadı yada doğumundan gelmedi; insanın gelişimi için gereken itki onun var oluşunda vardır, saptamasıyla bu sözüne ettiğim gerçekliği tespit eder. Bir akıl hastalığı olan şizofreni içinde bir tür olan Katatonik Şizofreni’nin belirtilerinden biri de hastanın tıpkı bir heykel gibi saatlerce hatta günlerce kımıldamadan durmasıdır. Tedavisinde anlaşılmıştır ki hastalar Parkinson Hastalığının en ileri safhasındaki bir durumla karşı karşıyadır. Biliyorsun Parkinson hastalığının hareketle ilgili dört ana belirtisi; titreme, hareketlerin yavaşlaması, kaslarda katılık ve denge bozukluğu şeklindedir. Katatonik şizofrenler ise bu titreme o kadar hızlanır ki hasta “durur!”. Kısacası Bahaedin Veled’in Harzemşah’ın başkenti Belh’ten tan ayrıldığında kendisine nereden gelip nereye gittiğini soranlara;
O’ndan geldik O’na gidiyoruz dediği gibi…


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩(Arkası Yarın)

B'ölüm -6-(B'ölüm 5'den devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑B'ölüm -VI-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(B'ölüm 5'den devam)

Aynı adam; kendisini idama mahkum edenlere ,” Ben bir doğru adına ölüyorum, bu yüzden ismim bu doğru’ya yapışacak ve ölümsüzleşecek ben öldükten yüzlerce yıl sonra bile ismim anımsanacak oysa beni idam eden sizlerden hiç birinin adı bilinmeyecek!” demiştir.. Aradan geçen 2 bin küsur yıldır (tam olarak 2477 yıl okuma tarihine göre sen hesapla; yazılma tarihim 2008 ) Sokrat’ın haklılığını ortaya koyuyor. Bak; şimdi Onun isminden ve yaşadıklarından söz edebiliyorum ve örnek olarak gösterebiliyorum. Tıpkı bu örnekteki gibi binlerce yıl evvelki insanlardan daha “ileri”, daha “iyi” olduğunuzun iddiası çok sağlam temellerde durmuyor değil mi? Belki de; mağaralarınızdan dışarı hiç çıkmadınız ve kendinizi kandırmaktan öte kimseyle ,” ilerleme, gelişme vb” ile flört etmediniz? Peki ya o zamanki insanlar bunca zeka ve birikimlerine rağmen neden günümüzdeki teknolojiye ulaşamadılar? Bu sorunun cevabı yine kendi doğanızda ve dün yayınlanan sayfada örneğin’le başlayan cümlenin iki eksisi arasında tarafından itiraf edilmeyi ve kabullenilmeyi bekliyordur.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Bekledim; dün ki örneğin kelimesiyle başlayan cümlenin “-“ leri arasındaki satırda bir kez daha göz gezdirmeni. Döndüğüne göre bana, bu satırıma, devam edebilirim. İkinci örnek ise yine oldukça eski. Bir dakika sayın okuyucu, devam etmeden samimi bir soru sormak istiyorum; aklından ne kadar ukala, ne kadar kendini beğenmiş, ne kadar küstah bir kitap olduğum geçti mi hiç, başlangıçtan bu yana? Peki, demek ki –şimdilik- iyi gidiyoruz. Ne diyordum; evet, Sercan’ın gördüğü kitabede yer alan xentius’un tapınak yazıtı, buyur oku ve milattan önce 9. yüzyılda yaşamış bir türdeşini, eriştiği bilgeliği ve seninle arasındaki farkları düşün..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ ESKİ BİR TAPINAK YAZITI๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Gürültü-patırtının ortasında sükûnetle dolaş; sessizliğin içinde huzur bulunduğunu unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun. Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma. İçten ol; telaşsız, kısa ve açık seçik konuş. Başkalarına da kulak ver. Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü, bu dünyada herkesin bir öyküsü ve o öyküden öğrenilecek şeyler vardır. Yalnız planlarının değil, başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen; hayattaki dayanağın odur. Seveceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle sev ki, başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olabilesin.Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz.(bu insanlara kendinin de dahil olduğunu hata yapabileceğini anımsa) Ve unutma ki, insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz uzunlukta bir kumsaldaki tek bir kum taneciğinden daha fazla değildir.Aşka burun kıvırma sakın; o çöl ortasındaki yemyeşil bir bahçedir. O bahçeye lâyık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma.Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an,ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.Yılların geçmesine öfkelenme; gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme. Rüzgârın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgâra göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinle ilgilenir. Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkansızdır. Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış içinde ol.Hatırlar mısın doğduğun zamanları: Sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyordu. Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlulukla gülümse. Sabırlı, sevecen, erdemli ol. Önünde sonunda bütün servetin sensin. Görmeye çalış ki,bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya yine de insanoğlunun biricik güzel mekânıdır.
XENTIUS M.Ö.IX.YY.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sercan , ‘Düşünüyorum Öyleyse varım!’cümlesinin anlamını kendi dünyasındaki evinin bahçesindeki Descartes çiçeğinden biliyordu zaten. Uyandığı ama henüz kalkamadığı yataktan felsefe bahçesindeki çiçeğin adını tam olarak hafıza deposundan çağırdı. Rene Descartes. “Belki de Angelina zaman ötesi görevlerinden birinde Çinli filozofa insanlığa bıraktığı o cümlenin anlamı olarak görünüp yardım ettiği gibi, Sokrates’e, Platon’a, Xentius’a ve hatta Descartes’e de yardım etmiş ve onun kendi hayatını anlamlandırmasını sağlamıştır” diye düşündü. Bu; O adamın hayatının öz cümlesiydi, var olmasının anlamıydı, Sercan’a göre. Demek ki herkesin bir öz cümlesi, anlamı vardı.”Benim görevimde benimkini bulmak”, dedi heyecanla. “Ve bunu yaptığımda ancak kendi dünyama dönebileceğim..”

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑(arkası yarın)
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑B'ölüm -VI-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(Bölüm 5'den devam)

2.İNCİ GÜN


Uyandı Sercan. Başı zonkluyordu. Garip bir rüya gördüğüne kendini inandırmaya çalışsa da kendisine yalan söylemeyi beceremeyenlerdendi. Bu yüzden, uyandığında; kendi dünyasında olmadığının iyice ayrımına varınca, eliyle yüzünü kapadı. “Uyumalıyım , hala rüyadayım..”, diye inatlaştı kendisiyle.” Şu an kendi dünyamda olmak için neler vermezdim ki?” ,diye geçirdi aklından. Sonra durdu; “ kendi dünyam dediğim yer ile ilgili ne biliyorum ki? Neredeyse hiç bir şey!” Birden kendini çok güvensiz hissetti. Hiçbir yere ait olmayan; sadece var olduğunun bilincinde; kendini ve kendisini çepeçevre kuşatan ne varsa her şeyi anlamlı kılmaya çalışan ama başaramayan bir mahlûk, bir yaratık, bir zavallı! gibi hissetti. “Var oluşum mu?” diye sordu kendine. “Var mıyım peki gerçekte? Saçmalama bunu kendine sorabiliyorsan elbette varsın. Bak şimdide kendini azalıyorsun!”, dedi kendi kendine yine. Bu ilginç olabilirdi, en azından bunları düşünüyorsa vardı. Birden bire COGİTO ERGO SUM ; ‘düşünüyorum öyleyse varım’ cümlesinin anlamına vakıf oldu. Bu cümle; kütüphaneden çıkarken kapının hemen yanındaki duvara asılı, ahşap renkli bir papirüste gözüne çarpmıştı. Kitabe ünlü isimlerin ünlü cümlelerinden ve Xentius adındaki bir filozofun yazıtıyla birlikte hazırlanmıştı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sayın okuyucu sana, örnek olması ve öğrenmen için burada yer vereceğim yazıtı okuduğunda, bütün dinlerin, öğretilerin, disiplinlerin, doktrinlerin vs özünde yatan bazı temel cümlelerin damıtılmışlığını görebilmeni ve düşünmeni istiyorum. Tarihin her sürecinde siz insanlar, bulunduğunuz yeri haklı çıkartmak adına kendisinden hoşnut olacak şekilde ve olarak; bulunduğunuz dönem koşulları arasından en iyisi olmayı seçersiniz doğanız gereği, değil mi.? Örneğin; günümüzde insanlık en ileri seviyeye ulaşmış, aya çıkmış, bir sürü yeni icat ile-ki aralarında atom bombası bir sürü mekanik,biyolojik,stratejik silahlar gibi çeşitlemelerde dâhil olmak üzere - insanlığın en zirvesine yakın yerinde durmaktasınız? Evet. Ancak işin aslı, bu fikrinizi değiştirmeyecek olsa da üzerinde düşünmeniz adına iki örnekten söz edeceğim. İlki Sokrates. M .Ö. 469-399 yılları arasında yaşamış olan ünlü Yunanlı düşünür. Platon'un hocası olan Sokrates, yazılı hiçbir şey bırakmamış, tüm zamanını özellikle gençlerle felsefe tartışarak geçirmiştir. Görüşleri, tartışmaları yeni iktidarın temsilcileri tarafından beğenilmeyen Sokrates, 'yeni tanrılar icat ettiği, görüş ve tartışmalarıyla, gençleri baştan çıkardığı' gerekçesiyle ölüme mahkûm edilmiştir. Karısı Sokrat’ı ölüme götürürlerken ağlayarak;” kocacım seni haksız yere idam ediyorlar” dediğinde, sus be kadın haklı yere öldürseler daha mı iyiydi ,diyebilmiştir.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(arkası yarın)

B'ölüm 5

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑B'ölüm -V- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(Bölüm 4'den devam)

Biraz dağıldık ve Sercan’ın macerasından uzaklaştık galiba, değil mi oku’yucu. Haydi, Angelina’ya kulak vermeye dönelim en iyisi.

“Bak Sercan, sana bu dünyadaki rehberin olacağım ancak sana; hayatını nasıl yaşaman gerektiğini söylemem. Sana sadece çerçeveyi çizebilirim; o çerçevedeki resmi oluşturacak olan, sensin! O resmi oluştururken seçtiğin her olasılık diğer olasılıkları ret etmen anlamına da geleceği için; çok dikkatli bir şekilde seçimler yapmalısın. Seçtiğin olasılığın değerini uğruna vazgeçtiğin olasılık belirler. Çerçeveye; ne için, neden, vazgeçtiğini bilmelisin ki; bilinçli bir resim çizebilesin… Dedim ya; senin burada olmanın bir amacı var. Bu amacı da ancak şen keşfedebilirsin. Ben sana parçaları göstereceğim ve de sen o parçalarla oluşturacağın bütünün anlamını çözdüğünde; her şeyi anlayacaksın. Puzzle gibi. O manzara oluştuğunda, o manzaraya bakıp gördüğün “şeyin” anlamıyla anlamlanacaksın. Anlıyor musun?”
“Hayır anlamıyorum. Hiçbir şey anlamıyorum!” dedi Sercan, kekeleyerek.
“Şiiistt, sakin ol… Yavaş yavaş... Anlayacaksın. İçinde bir yerlerde hep “özel” biri olduğunu hissediyordun değil mi? Anımsayamasan da, eskiden beri; var oluşundan beri; diğerleri, ötekiler, senin dışındaki her şeyden, “farklı”, olduğunu hissediyordun?”
“Kesinlikle! Bu duygu bende hep vardı. Öğrenmedim, keşfetmedim ama hissettim hep, hem de kendimi bildim bileli!”, dedi Sercan heyecanla.
“İyi gidiyoruz “,diye devam etti Angelina.” Bir gün bir şey olacaktı; o , içinde ne olduğunu bilmediğin ama hep, her koşulda hissettiğin, o duygu; sana , bir şekilde, yeterince hazır olduğunda, ortaya çıkacak ve var oluşunun anlamını sana gerçekleyecekti, değil mi?
Bir gün bir şey olacaktı, hı?

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

“Evet, bunu hissedebiliyordum hala da hissediyorum”
“Artık tamamen aynı dili konuşuyoruz Sercan. İşe o gün geldi. Geri sayım başladı. Kendini bulman, var olma gerçeğini çözmen için gereken aynayı çözmen… Sırrı camdan ayırman... Bunun için buradasın. Yapman gereken ipuçlarını dikkatlice takip etmen, keşif ve çözüm için buradasın…”
Birden bire kendini daha iyi hissetmeye başlamıştı Sercan. Sanki Angelina’nın söylediği kelimeler, önce sese, ardından kulağından beynine; kendi dünyasına taşıyıp, bıraktıkları anlamlar ile O’na; içinde küllenmiş, tozlanmış ,”O” muazzam güce dokunmuş, onu uyandırmaya başlamıştı. Yalnız bir sorun vardı, bu keşif işi NASIL olacaktı?
“Peki ama ..”
“Nasıl?” diye aklından geçen cümleyi tamamladı, gülümseyerek Angelina. “İlkelin sorusu neden’dir, dehanın sorusu nasıl.”
Aklından geçenleri; kendi dünyasını, sadece kendi özerkliğinde sandığından, böylesi bir paylaşım çok hoşuna gitmişti Sercan’ın. Aklının okunması, düşüncelerinin bir başkası tarafından biliniyor olmasının tuhaf bir çoğaltıcı etkisi vardı sanki. Kendi dünyasındayken fark etmediği, bu dünyaya düştüğünde başkalarını tanımladığında, ayrımına vardığı: ‘Yalnızlığı’ azalıyor gibiydi.
“Bunu keşfedeceksin, bu dünyada onun için buradasın.” dedi Angelina. Ardından Sercan’ın mutfaktayken incelediği, son derece minimalist döşenmiş eve hızlıca göz atıp; “Bu dünyada içinde yaşaman için gerekene her şeyi burada bulacaksın.Bu ev, senin için dizayn edildi. Hatta ilk üç ay çalışmana gerek kalmayacak kadar para bile düşünüldü, ayarlamayı ben yaptım. Yaramaz sevimli çocukların yaptıkları gibi bir gözünü kırparak söylemişti son cümleyi. “Bana çok ihtiyacın olduğunda, rüyalarında değişik suretler, kişiler olarak görüneceğim sana. Uyanıkken ise, belki okuduğun bir kitabın bir sayfasındaki cümle olarak, belki dolaşırken tanık olduğun bir olayın anlamı olarak, belki de tanışacağın bir insanın ağzından, seninle amacına ulaşana kadar, pek çok farklı yolla iletişime geçeceğim. Bu; şu anda gördüğün görüntüm, sadece sana bunları anlatabilmem, gerekli açıklamaları yapabilmem için düşündüğüm bir kurgudan ibaret. Yoksa biçimin, şeklin, rengin, sesin ve kokusuzluğun; yani insanların, 5 duyu organıyla sınırlı algısının çok daha ötesindeyim.”

“Rüyalarımda görüneceğini söyledin. Ama ben hiç rüya görmedim ya rüyalarımı anımsayamazsam?” Sercan’ın haklı tedirginliği, ses tonundan kolaylıkla anlaşılabiliyordu.
“Rüyaların seni anımsar, merak etme. Hem; insanların bilinçaltlarında yer alan etkiler, bilinçlerindeki etkilerden daha baskındır yaşamalarında. Sana da, aynısı olacak merak etme..”diye yanıtladı sorusunu sıradan bir ifadeyle..
“Peki ya amacıma ulaşmak için gereken cümleler olaylar ya da anlamların senden geldiğini nasıl bileceğim?”

Yeniden gülümsedi Angelina. “Çok dikkatli bakman gerekecek, görebilmen için. Görmek için bakmalısın,Sercan..Görmek için..”
“Ve işitmek için duymalıyım??” dedi Sercan, gözlerini Angelina’nın onaylamasına, iri iri açarak.
“Aynen öyle, çabuk öğreniyorsun.”
“Peki ama..”İşaret parmağıyla, yeni bir soru daha sormaya hazırlanan Sercan’ı; dudaklarına dokunarak susturdu Angelina. “Her şeyin yerine oturması için gereken bir yer ve zaman mutlaka vardır. Tıpkı; mutlaka her nehrin akacağı bir okyanusun olduğu gibi. Şimdi; bilici –kurgucu olarak zaman yolculuğuma bir kelebek olarak çıkmalıyım. M.Ö. yaşayan Çinli bir filozofa görünmem ve insanlığa bırakacağı bir cümlenin anlamını ona ilham etmem gerek.” dedi.

Sercan, Angelina’nın, git gide değişip, dönüşerek bir kelebeğe evrinişini, hayranlık dolu bakışlarla seyrederken; beyninde yankılanan Angelina’nın sesindeki O Çinli filozofa taşınacak cümleyi duymadı sadece; işitti de! ” Rüyasında kendisini kelebek olarak gören bir adam uyandığı zaman bir kelebeğin rüyasındaki adam olup olmadığı gerçeğinden asla emin olamaz!” Sercan, tam olarak o zaman anladı, hiçbir kelebeğin kendisine göre yaşanmışlığının kısa bir hayat olmadığını…

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(Arkası yarın)

B'ölüm IV -(B'ölüm 3'den devam) -

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm IV ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (B'ölüm 3'den devam)

Evet işler oldukça ilginçleşiyor değil mi? Şu sıralar Brad Pitt ile birlikte olan, son derece güzel ve ünlü Angelina Julie’den söz ediyorum elbette. Yazının sihirli olduğunu bilmediğin için bana şaşırmış gibi bakıyorsun. Ne yani koskoca Angelina julie; benim gibi bir kitabın karakteri nasıl olabilir? Olamaz mı? O halde şöyle sorayım sayın okuyucu; acaba sen hangi kitabın karakterisin yada her hangi bir kitabın karakteri olup olmadığını bilebilir misin? Güzel. Mavinin içindeysen maviyi tanımlayamazsın, değil mi?. Pekâlâ, o halde; suyun içindeki balığın suyu tanımlayamayacağını var sayarsak (-bilimsel ölçümlere göre bir balığın 3 saniyelik hafızasının olması öncülüyle o balığın bir akvaryumdaki suda ya da okyanustaki su da yaşayıp yaşayamadığını bilemeyeceği önermesi-) O balığın, suyun içindeki bir planktonu tanımlayabileceği iddiası biraz küstahça olmaz mı? Ben; yani bu kitap, benim krallığım ise kuralları ben koyuyorum demektir! Bu da bana, karakterlerimden birini Angelina Julie yapabilirim anlamına geliyor. Ya Angelina Julie, benim gibi bir kitabın karakteri olmasından dolayı bana dava açarsa mı? Aslında bu benim işime gelir; reklâmın iyisi kötüsü olmaz. Ne derler bilirsin-ya da şimdi öğreneceksin- bu dünyada hakkında konuşulmasından daha kötü bir şey varsa o da hakkında hiç konuşulmamasıdır. Saçma ya da değil, hayal gücünün sınırsızlığında bir gezinti için dikkatini odakladığın iç dünyamda gezinen gözlerine ne sunacağıma ben karar veririm! Hem; eğer sinema olmasaydı, fotoğraf sanatı olmasaydı, senden beklide km.lerce uzakta yaşayan Angelina Julie gibi birinin varlığından haberdar olmayan sen; ben onu sana uzun uzun tasvirleyip anlatsam da, onu saçma bulacaktın, haksız mıyım? Siz insanlar; bildiğiniz şeylerin esirisinizdir. Oysa bilgeliğin yolu, bildiğin şeylerin esaretinden kurtulduğunda başlar…
Gerçi insanlar inatla olan’dan daha çok, ne görmek isterlerse onu görürler. Ancak ahmaklar cenneti gösteren parmağın kendisine bakarlar. İsimler de sadece yön gösteren levhalardır. Eğer Angelina Julie’den daha güzel birini tanıyıp düşleyebiliyorsan zaten ismin bir önemi kalmaz. Beyninde Angelina yerine onu düşünmenin bence bir sakıncası yok.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sana daha önce Sercan’ın yaşadığı dünya ile senin yaşadığın dünya arasında rehberlik, tercümanlık yapacağımı söylemiştim. Hak verirsin ki O’nun da, Sercan’ında senin yaşadığın dünyayı anlaması için bir rehbere, tercümana ihtiyacı var. Peki, öyleyse neden Angelina Julie de herhangi biri değil? Cevap kolay; zira her iki dünyanın da ortak kullanabileceği kavramlara ihtiyacım var... Somut’u soyutlamak, soyutu somutlamak için. Sercan, “güzellik”i bilir ama “güzel”i bilmez, sen ise “güzel”i bilir, “güzelliği” bilmezsin. Örneğin, Rönesans ressamlarının bol bol çizdiği çıplak kadın figürlerinden yola çıkarak söyleyebilirim ki; 1700’lü yıllarda insanlar için, ”güzel” sayılan kadın tipi; balıketli, şehla bakışlı, elma yanaklı, tombul kadınlardan oluşuyordu.1800’lü yıllarda bu sıska uzun boylu incecik dal gibi, fidan gibi tiplere dönüştü. 1900lü yıllarda Marilyn Monroe tarzı, milenyum çağında da Angelina julie tarzındaki kadınlara döndü: Şehvetli, zeki, güzel ve bu taşıdığı değerlerin farkında olan, “tehlikeli” kadınlara. Oysa güzellik arayışı, insanlığın başlangıcından beri değişmiş değildir. İşte bu yüzden, Angelina Julie milenyum çağında, kolektif bir bilinç düzeyinde,” güzelliğin “, “güzel” ile buluştuğu, toplumsal beğeni ortalamasının birey’e indirgendiği bir imgedir sadece. “Kişi” olarak güzeldir ve güzelliği taşır. Şimdi beni daha iyi anlıyorsundur umarım.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Sercan, Angelina’nın kendisine uzattığı, üzerinden dumanlar tüten çaydan bir yudum aldı. İlk defa dudaklarının arasından ılık, şekerli, su-çay karışımını, dilinin damağının arasında bir an dolaştırıp, yuttu. Midesine doğru akan ılıklık vücudunu ısıtırken bundan ”haz” duydu; “vay be” dedi gülümseyerek.
“Nasıl hoşuna gitti mi? “, diye sordu Angelina, güzel gözlerini Sercan’a mıhlamışken..
“Evet”, dedi “evet çok hoş…”
“Beğendiğine sevindim Sercan...”
Gözlerini Angelina’nın gözlerinden masaya devirdi Sercan. Çantayı görünce, az önce söyleyecek olduğu cümle hafıza dolabından fırlamış, dilinin ucuna kadar sızmıştı ki,”evet aynısı!” dedi Angelina. “Yemin etmene de gerek yok, ne düşündüğünü biliyorum.”
“Ne düşündüğümü biliyor musun yani beynimi okuyor musun yoksa sende benim dünyamdan mısın ve..”
Sercan, birden durdu. Yüzü şaşkınlıktan gerilmişken, aklında binlerce soru; üst üste havai fişekler gibi patlıyor, şimşek çakar gibi yanıyor, sağanak bir yağmur gibi yağıyordu.
“Evet, evet…Sakin ol “,dedi Angelina.” Çayını soğutmadan yudumla sana her şeyi açıklayacağım.” Ayağa kalktı; odanın içerisinde ellerini birleştirip, dolaşmaya başladı. Söze nasıl başlayacağına karar vermeye çalışıyor gibiydi.
“Sana anlatacağım ama sözümü bitirene kadar beni kesme. Gerçi bunu başaramayacaksın ama neyse. Ben bilici kurgucuyum!”, dedi Angelina.
“Bilici-kurgucumu ?”, diye sordu merakla Sercan.

Angelina; ” Sana başaramayacağını söylemiştim…” Ardından, dostça bir yumuşaklıkla Sercan’ın bitişiğindeki koltuğa ilişip, oturdu. “Evet. Bilici- kurgucuyum. Biliyor musun bir hikâye vardır. Çok kısa bir hikâye. Bir hikâyede olması gereken her türden gerilime ve şarta sahiptir: “koruyucu meleği, Fabian’ın omzuna dokunup ona; ağzından ‘ duayen’ sözcüğü çıkar çıkmaz, ölmen gerektiğine karar verildi” dedi. Duayen mi, diye sordu Fabian merakla ve öldü… “
Kendisine anlamamış gözlerle bakan Sercan’a gülümseyerek. “Ben; koruyucu meleğin Fabian’a yaptığını yapmak istemiyorum sana. O yüzden bırak sözümü sonuna kadar tamamlayayım.” Sercan, başını olur anlamında öne eğdi suskunca. “Evet, ben bilici-kurgucuyum. Her şeyini yazan kitaptan “arena”ya; yani yaşadığın dünyadan bu dünyaya düştüğünü biliyorum. Buraya düşerken, yani somut dünyaya daha önce yaşadığın dünyayı düşmenin travmasıyla tamamen unutman gerektiğini fakat bir şekilde “tam olarak unutmadığını” ama “tam olarak da anımsamadığını “ da biliyorum. Belirsizlikte ki buna “arada” kaldın da, diyebiliriz. Burada gördüğün her şeyin, sende oluşturduğu şoku hafifletmem ve sana yardım için görevlendirildim, bunun için buradayım “. Sustu Angelina. Sercan, soru sorması için uygun zaman olduğunu anlayıp; ” Peki, neden her şeyi tam olarak unutmadım ya da tam olarak anımsamıyorum? Arada olmak yani burada olmamın anlamı ne ve neden ben, ne yapmalıyım?”.

Elleriyle yüzünü kapadı Sercan. İçinde umutsuz ve uğursuz bir duygu hücrelerine kadar yayılmıştı. Kendi dünyasına; kendi dünyasındaki o sığınabileceği “güven” kuytusuna, kaçıp saklanmak istiyordu. Hissettiği çaresizlik ve kötü his, O’nu köşeye sıkıştırmış gibiydi. Ellerini, elleriyle tutarak yüzünden ayırdı, anne şefkatiyle Angelina. “Hey sakin ol, yanındayım. Neden böyle olduğunu bilmiyorum. Bunu ancak yaratıcı bilir. Neyse biz işimize bakalım. Şu an neden, nasıl, niçin ve benzeri soruların bize yararı olmayacak. Çünkü şu an buradasın. Sen; seçilmiş maceracısın! Ve bütün seçilmiş maceracıların, bilici –kurgucularla zamanın derin kıvrımları arasında mutlaka rastlaşacağını da bilmelisin. Şimdi ben konuşmama devam ederken, sen çayını bitir. “Sercan, çayını yudumlamaya devam ederken bütün dikkatini Angelina’ya vermiş; ne kendi dünyasını, ne yeni dünyasını; hatta kendini bile anımsamaktan uzaktı.

“Senin bu dünyaya düştüğünü anladığımda, sana, bu dünyada olup biteni açıklamak için ,-en azından bir kısmını-, gönderildim. Ve evet; masadaki çanta, kap- kaççının alıp götürdüğü çanta. Seninle, bu dünyanın kuralları ve koşulları, sebep-sonuç ilişkisi dâhilinde, iletişime geçmem gerekiyordu. Ancak bu şekilde seninle iletişime geçebilir ve seni buraya getirebilirdim, bu kurguyu bunun için düşündüm. Buna “gerekçelendirme” deriz diye devam etti Angelina.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (arkası yarın)

Bölüm -3- (Bölüm 2'den devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -III- ۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(B'ölüm 2'den devam )

BİRİNCİ GÜN


Eski kütüphane binasının kapısından dışarı adımını atan Sercan hayatında ilk kez kendi dünyasını ona unutturacak bir manzarayla karşılaştı. Kendi dünyasında 360 derece her yeri ve her şeyi görebiliyor olsa da, bu dünyadaki 180 derece ile sınırlı görüş açısına sığan hatta taşan manzaranın şoku altında; ağzı açık gözlerini iri iri, gırtlağından çıkan inlemeyi, çarçabuk şehrin gürültüsünde yitirdi. “Karmaşa, kaos!”, dedi içinden. Kütüphane binanın merdivenlerinden yavaşça inerken bütün zıtlıklar birbirleriyle boğuşuyorlardı sanki. İyi kötü güzel çirkin doğru yanlış hızlı yavaş.. ve her bir kavram işlevsel olarak kendisini zıddıyla ortaya koyarken bir yandan da direnip zıddına kendi mevcudiyetini korumaya çalışıyordu bu tuhaf çekişme hareketi, faklılığı, zenginliği ve .. ve dengeyi oluşturuyordu. Her bir ayrıntının nesnenin biçimin rengin ve şeyin fotoğrafını çekti dışarıdan somut dünyadan somut gözü neyi gördüyse bilincine doğru gözbebeklerindeki ışığı çeken kara delikten, bilincine emdi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑

Bu yine kendisine çok uzun ve yorucu gelen –aslında birkaç saniye idi- sürede dayanamadı bacakları ve yorgun bir halde merdivenin basamaklarından birine oturup; başını ellerinin arasına aldı ve gözleri kapadı. Kütüphaneden çıkmadan evvel gözlerini kapadığında kendi dünyasına dönebildiğini fark etmişti. Sanki dış dünyaya açılan pencereleriydi gözleri. Önce görmek vardı diye bir sözü anımsadı. Fakat gözlerini kapadığı şu anda bile görebiliyordu dışarıda görmüş olduğunu duraladı. Hemen hafıza dolabını açtı ve her şeyi yazan kalemiyle not aldı daha sonra iyice anlamak ve anlamanın kılcallarında dolaşmak için; gözümle mi görüyorum beynimle mi? Hangisi gerçek? Gerçek nedir?

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑
Defterini tam kapatıyordu ki bir kadının çığlığıyla gözlerini açıp sese doğru baktı. Kötü görümlü biri kadının koluna taktığı çantayı kapmaya, kadının elinden koparmaya uğraşıyordu. Bir süre gelip geçmekte olan herkesin temkinli bakışları altında bir iki çekiştirdiler çantayı, ardından adam hızlı bir çekişle kadının elinden koparıp, çantayı göğsüne bastırarak koşar adım uzaklaştı.
Kadın; yerden kırılmış topuğunu eğilip aldığı ayakkabısının teki elinde emme basma tulumbayı andıran bir yürüme şekliyle gaspçının arkasından kendi kendine söyleniyordu. Her şey ‘yine’ bir anda olup bitivermişti! “Hız”, dedi, “yavaşlık ve hızlılık…”. Bu son keşfini de yazmaya koyuldu, Sercan hafıza deposundaki kırmızı not defterine. Henüz cümlesini bitirmişti ki, kadının yanına gelip oturmuş olduğunu fark etti. Hâlâ elinde topuğunu yerine takmaya çalıştığı, kırmızı ayakkabısının teki ile söyleniyordu homur homur. Dönüp Sercan’a, “Beni eve götürür müsün?” dedi, “ yollar artık güvenli değil”. “Tabii, elbette. Ama …”,dedi Sercan. “Ama ne? Yabancısın değil mi?” son cümleyi Sercan’a bakmadan söylemişti kadın. Ayakkabısının ucundan tutup, tırnağıyla düzeltmeyi başardığı çiviye taktığı topuğu;yere birkaç kez vurarak yerine iyice yerleştirip, giydi. Gitmeye hazırdı. O önde Sercan birkaç adım gerisinde, yürümeye başladılar. Sercan; dikkatini yoğunlaştırabilmek için sürekli yere bakıyordu. Yolda bir gazetenin üzerine bastığı anda, gazetede yazan kelimelerin kendi dünyasındaki gibi önce vücuduna, idrakine ardından ruhuna hâsıl olacağını zannetti ama hiçbir şey olmadığını görünce hayal kırıklığına uğradı. Yalnız olsa belki birkaç kez daha denerdi ama hayal kırıklığını sineye çekip sessizce yanındaki kadına eşlik etmeyi sürdürdü. Uzun bir süre konuşmadan yürüdüler. “Şu sokağın sonundaki siyah - beyaz ev” dedi kadın. Ev; evden çok ardışık; siyah- beyaz karelerden oluşan badanasıyla üç boyutlu bir satranç masasına benziyordu. Sercan, “acaba siyah zemin üzerine beyaz karelerden mi oluşmakta yoksa beyaz zemin üzerine siyah karelerden mi? Acaba ben, cismin, kapladığım alan mı beni oluşturuyor yoksa benim dışımdaki her şeyin bıraktığı boşluk kadar mıyım?” Düşünceye dalmış Sercan’ı, kadının sessizliği bozması kendine getirdi.” Allah’tan anahtarımı hep yanımda taşırım.” Kadın, alışkın bir el hamlesiyle kapıyı açtı.”İçeri gelsene. “ Sercan hâlâ düşünüyordu, suskundu. Kendi dünyası ile şu anda bulunduğu dünya arasında adaptasyon zorluğu çektiği için sadece itaat edebiliyordu. Durumunun farkına varılsa, herhangi birinin sorgusuz sualsiz her türlü şekilde kendisinden istifade edebileceği bir köle, bir robot gibiydi. Düşünmeyen, sadece komutlara uyan biri… Askerliğin en idealize edilmiş şekli. Salona geçtiler. “Otur” dedi kadın. “İyi bir çaya ve açıklamaya ihtiyacın var.”
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑

Sercan; kadın mutfağa doğrulandığında salona göz gezdirdi. Tavan dâhil olmak üzere bütün duvarlar aynadan oluşuyordu. Sadece tabanın zemini, evin dışı gibi damalı, siyah ve beyaz karelerden oluşmuştu. Eşya olarak çok fazla bir şey yoktu. Salon; İki büyük karşı karşıya konuşmuş koltuk, bir camdan oval sehpadan ibaret ve her bir köşede gösterişli gövdeleri satranç taşlarından; fil, kale, vezir ve şahtan oluşan, büyükçe abajurlarla aydınlatılıyordu. Salonda 4 ayrı yere açılan kapılardan başka hiç pencerenin olmaması da dikkat çekiciydi. Sonra başını yukarı kaldırdı Sercan, kendisini ilk kez aynada görüyor olması dışında aynadan oluşan tavandaki yansımasının onu cüce gösteriyor olması kendisini şaşırtmıştı. Bu şaşkınlığını henüz hazmedemeden hemen karşısındaki duvardaki aynada dev gibi göründüğünü fark etti. Tavandaki ayna çukur, karşısındaki ise tümsek aynadan oluşuyordu demek. Sağındakinde düz ve sağ profilini görebildiği bir ayna yerleştirilmişti solundaki de tıpkı sağındaki gibi düz aynadan oluşuyordu sol profilini görebildiği. Kendi dünyasındaki görüş açıcına yakın bir görüş açısına sahip bir hâkimiyeti vardı, aynaların ve yansımaların. İç içe geçen farklı açılardan birden fazla zahiri görüntüsü ne yaparsa aynısını yapıyor görünürdeki çokluğa rağmen, bu görüntü kalabalığının özde tek bir hareketten kaynaklandığını anlayabiliyordu. Köşede bir masa, gotik işlemeliydi. Maun ve son derece eski, küflü, paslı duygular uyandırıyordu. Masanın üstünde ise masanın aksine modernizeyi temsil eden bir bilgisayar gördü. Gözlerini hemen bilgisayarın yanında duran çantaya devirdiğinde çantanın, gaspçının kadının elinden alıp kaçırdığı çantaya ne kadar benzediğini fark etti. Bu benzerlik o kadar fazlaydı ki aynısı olduğuna yemin edebilirdi. Tam bu konuyla ilgili bir şeyler söyleyecekti ki görmesi için yüzüne doğru uzatılan çayın, içinden kışkırtıcı kokusuyla sıcacık buğusu havaya yayılan fincanı kendisine uzatan elin sahibi kadın ile ilk kez göz göze geldi. Kadın; ” selam ben Angelina julie sende Sercan’sın” dedi gülümseyerek.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(Arkası yarın)

B'ölüm -II- (Bölüm 1'den devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑ B'ölüm -II-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(Bölüm 0'dan devam )

Sercan işte bu yüzden tanımlama hastalığına tutulmuştu. Ancak her ham ruh gibi bilmiyordu ki her koyduğu tanım kendisini bütünden uzaklaştıracak bir reaksiyon başlatarak; ya tanımladığı şey; “Sercan” ya da Sercan; tanımladığı “şey “ olana kadar işleyecek bir süreç başlayacaktı. Kafasında tanımladığı 3.şey olan ( –ilki kendisi “ben” idi; ikincisi kendi dışındaki her şey “ötekiler “ idi- ) hafıza dolabı tanımlanır tanımlanmaz var oldu. Ancak var olması yeterli değildi. Ne yazık ki yeter olması için bu dolabında kendisi yani “dolap” ve “dolabın dışındaki her şey” in akılda tutulması gerekiyordu. Bu yüzden o her şeyin tanımlanmasının ve dolaba yerleştirilmesi zorunluluğunu kavradı ve notlar tutmaya işte böyle başladı. Tuttuğu notları daha sonra gözden geçirir ve üzerinde düşünür kaydedip kodladığı kelimelerin anlamlarına en ince kılcallarına kadar nüfuz etmeye çalışırdı...

Anlam dünyasının bir başka özelliği ise anlamların ancak kendileri istedikleri zaman tanımlatıyor oldukları idi. Bazen kendilerini damıtarak belli bir forma sokarlardı. O kadar hızlıydılar ki ancak sonuçlarını bilebilirdiniz, sebeplerini değil. Bu; sizin dünyanızdaki duygulara benzetilebilir. Ancak ortaya çıktıklarını davranışlarınızdan anlayabilirsiniz. Sebepsiz hüzünlenivermek ya da daha önce hiç sokulmadığınız görmediğiniz halde bir yılanın resminden bile korkmak gibi.
Sizin dünyanızda ölçülebilen en büyük hız ışık hızı (1 saniyede yaklaşık 300.000 km)’dır. Oysa bu hızı ölçebilmek için düşünce hızının bu hızdan daha fazlasına ihtiyaç vardır. Aksi halde ışık hızını tanımlayamazdınız. Buraya kadar her şey normal ancak sizin için bundan sonrası biraz kafa karıştıracak, zira “duygu” hızı sizin dünyanızda tanımlanabilir en büyük hızdır. Ancak o duygudan çıktığınızda o “duygu”yu tanımladığınızı düşünürsek…

Daha sadeleştirerek anlatayım istersen kafan biraz karışmışa benziyor. Daha sadeleştirerek anlatayım istersen kafan biraz karışmışa benziyor. Şaka yapıyorum… Yanlış yazım ya da gözden kaçan bir hata değil. İkidir aynı satırı okuyorsun bunu şu nedenle yaptım, şu anda okuduğun kitapla yani benimle sohbet ettiğini anımsatıp pekiştirmek istedim. Bunu; ne benim etkinliğime kapılıp kendini unutarak bana vermen; ne de kendinde, dışarıda kalıp bana gereğinden fazla uzakta olmaman için yaptım. Belli bir mesafede ve algının “diri” olması önemli bir ölçüdür. Bir yere ait değilsen her yere aitsindir ama bir yere de ait değilsindir sonuçta.

۩۞۩๑๑۩۞۩

Sercan, hafıza dolabındaki tanımların hafıza dolabını şişmanlattığını duyumsasa da, kendini henüz tanımladığı “ikilem” den uzaklaştıramıyordu. Hafıza dolabının şişmesi içsel bir devinim olduğundan kendisini güçlü hissettirirken; bir yandan da, tuzlu su gibi, içtikçe susayanlar gibi de hissediyordu. Ne kadar çok şey bilirsen aslında ne kadar az şey bildiğini bilirsin. Bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir diyen Sokrates gibi. Fakat Sercan’ın vazgeçmeye pek niyeti yoktu. Bulunduğu bu ev nereden çıkmıştı? Kim yapmıştı? Peki ya dışarıda satırlardan oluşan yolları? O yolları oluşturan kelimelerden kelimelere atlarken neden içindeki bütün o duyguların, anlamların birden bire değişiverdiğini; örneğin neden “hasta” kelimesine bastığında kendinde, “kötü, yorgun, bitkin, acılı” kelimelerinin anlamlarının birden bire üstüne çöktüğünü ve neden ancak “hastanene” kelimesine bastığında “iyileşme” kelimesinin anlamının, hasta dâhilindeki diğer anlamları hissiyatından kovduğunu ve kendini iyi hissetmeye başladığını… Bu ve buna benzer pek çok deneyiminin “nedeni”ni ve “nasılını” merak ediyor ve içinde biriken bu soruların sadece “zaman “ sözcüğünde duralayıp dinlendiğinde sükunete erdiğini bilmiyordu. Bütün bu sorular için belki de yapacak daha iyi bir şeyinin olmamasından dolayı her gün kalkıp “ev” kelimesinin anlamı dâhilindeki “yatak”ta “uyku” anlamına teslim olur ve sabah kelimesin anlamındaki gün ışığı kelimesinin eşlik ettiği “uyanma” kelimesinin anlamının kendisini dürtüklemesiyle uyanır ve uzun yürüyüşlerle keşif gezisine başlardı. O yüzden artık iyice “alışma “kelimesin anlamına vakıf olmaya başlamışken o gününün hayatını değiştireceğinden bihaberdi. Her gün ki gibi “mutfak”a gitti uyanır uyanmaz, sütte, puaçada, yumurtada, ve çay kelimelerinin anlamlarında bulunan enerjisel kahvaltısını yapmaya koyuldu, “doyma” kelimesinin anlamının doğmasıyla kalkıp bu anlamsal kahvaltısından sonra yaşadığı soyut dünyanın mana okyanusunda yüzmek için çıkmaya hazırlandı.
Kapı kelimesinin önüne geldi, “açıl”ı anımsayarak çağırdı hafıza dolabından, ardından açılan kapıdan “eşik” kelimesine adımını attı ve “yol” kelimesinin üzerine zıplayarak, uzun satırlardan oluşan benim; yani yaşadığı romanın, o gününde yani sayfasında, günlük gezintisine başladı.

۩۞۩๑๑۩۞
Gezinti sırasında attığı her adımda manyetik alanına girdiği kelimenin anlamını tatlı bir esintiyle soyut vücuduna dolduruyor, hafıza deposunda tanımlatıp damgalayarak, kendini var ede ede yürüyüşünü sürdürüyordu. Derken birden bire bir kelimeye, daha önce hiç karşılaşmadığı bir kelimeye basıp düşmeye başladı. Kelime üç harften oluşuyordu. “AŞK”. Düşmeye, bilinmezin upuzun ve karanlık dehlizlerinde devam ederken daha önce hafıza deposunda depoladığı; tanımladığı “çığlık” kelimesi, “korku” kelimesi, “çaresizlik” kelimelerinin anlamları ışıktan bile daha hızlı bir şekilde, deposundan bilincine, oradan gittikçe “kabuklaşıp” katılaşmaya başlayan, somutlaşan vücudunun, ağız kısmına diline doğru yükselerek “sese”, nidaya dönüşüverdiler. AHHHHH!!!
İlk defa kendi sesini duyup bundan da ürkerek daha çok bağırdığı bir anda kıç üstü oturarak poposunun acısıyla, sımsıkı kapadığı gözlerini açtı. Her şey yine bir anda!olup bitivermişti. Somutlaşan fiziksel yapısı, ruhunu; içten dışa doğru katman katman katılaşarak bir bedenin içine hapsedivermişti onu. Heykelin; müziğin katılaşmış, donmuş hali olması gibi. Ve yine birden! kavradı. Nasıl olduğunu bilmeden bildi! Burası kocaman, geniş, yüksekçe yapılı bir halk kütüphanesiydi. Masalarında oturan büyüklü küçüklü herkes kendisine kınayıcı bakışlarla baktılar. Bir iki çocuk kıkırdadı. Şaşkınlıktan dili tutulmuş bir biçimde kendisine bakan “diğer “ insanlara bakıyordu. “burası insanların dünyası” dedi şaşkın şaşkın bakmayı sürdürerek.
“Genç adam sessiz olun ve yerden de kalkın lütfen!” buyurdu otoriter sesiyle; küçük gözlüklerinin üzerinden azarlayıcı bakışlarını Sercan’a diken 50’lik kütüphane görevlisi bayan… Duyduğu emre itaat ederken olup biteni hala anlamaya çalışıyordu. Düştüğü yerden kalktı ve ilk defa somut eliyle, somut masanın hemen önündeki somut sandalyeyi somut bir şekilde, çekip oturdu!. Bu basit oturma eylemini yaparken bile ne kadar “yorulduğunu”, ne kadar çok “iş” yaptığını ve zamanın çok yavaş aktığını fark etti. Bu kadarcık bir eylem için, kendi dünyasında sadece duyumsaması yeterli olurdu. ”Kendi dünyam?” diye sordu kendi kendine ve saniyenin çok kısa bir anında, hafıza deposundan kendi dünyasına ait bildiği her şeyi geçiriverdi aklından. “en azından bu somut dünyada bu somut bedenin içinde hala kedi dünyamın kuralları geçerli” diye mırıldandı. Bu son keşfini hemen hafıza deposundaki kalemle kırmızı not defterine kaydetmeyi ihmal etmedi.

-“Su ister misin iyi görünmüyorsun?”

Dönüp kendisine uzatılan su şişesine ardından onu kendisine uzatan 20’lik gence baktı. Göz göze geldiler. İlk defa bir yüze bakıyor ilk defa kendisine çevrilmiş bir çift gözle bakışıyordu.
“Haydi alacaksan al sana Abu- hayat sunmuyorum, yalnızca su “ dedi genç gülümseyerek. Birkaç yudum içtikten sonra ki yine kendisine çok uzun gelen bir eylemler zincirini tamamlaması gerekmişti bu eylem için,” Abu hayat ne?” diye soruverdi.
“Ölümsüzlük, sonsuz hayat. Azrail’e feyk atmanın bir yolu…” diye yanıtladı onu genç, umarsız bir şekilde omuz silkerek. “Şişe sende kalabilir…”
Sercan kendisine onlardan biriymiş gibi davranan gencin ardından dönüp baktı. Genç; uzun küt saçlı, kumral, sağ elinin uzun tırnaklarından gitar çaldığı anlaşılan, spor giyimli sevimli biriydi. Önünde durduğu raftan uzanıp bir kitap seçip aldı, tekrar Sercan’ın yanına doğru seğirtti. “Hadi görüşürüz” dedi, gülümseyip dostça omzuna dokunarak. Ve ağzı aralık, şaşkınlığını hala üzerinden atamayan Sercan’ın bakışları arasında kütüphaneden çıkıp gitti. Sercan, elindeki su şişesinde kalan son yudumu da içip kütüphaneden dışarı, insanların bulunduğu somut dünyaya ilk kez adım attı.
İşte macera böyle başladı...


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(arkası yarın)

B'ÖLÜM -I-

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑ Bölüm -I- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(Bölüm 0'dan devam )

Daha önceden böylesi bir kitapla karşılaşmadığını bildiğimden rehberlik ya da tercümanlık hizmetim; senin dünyan ile Sercan’ın yaşadığı dünya arasında bağ kurmanı kolaylaştırmak olacak. Bu hizmetimin karşılığını beni okuyarak, bana zaman ayırarak peşinen ödedinğin için ekstradan bir beklentim yok; belki birkaç kişiye daha referans olman, okunmam için tavsiye etmen dışında.. Sercan’ın ilginç macerasını sana anlatırken aslında kendine dair pek çok ayrıntının da farkına varmanı istiyorum. Kendinle ilgili, çevrenle ilgili,kısacası hayatına dair ne varsa.. O yüzden beni dinlene dinlene, sindire sindire, anlamaya çalışarak okumanı istiyorum. Emin ol, tamamımı bitirdiğinde, sen, asla beni okumaya başladığın şu anki sen olmayacaksın..Tabi "daha iyi ",olacağının garantisini vermiyorum elbette; ki o zaten apayrı bir konu ..
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑
Evet ne diyorduk, Sercan 18 yaşında… Aslında hiç doğmadı, birden bire kendini 18 yaşında ve bu kitapta buluverdi. Tıpkı doğduğun zaman, senin de kendini; belli bir ırk, belli bir devlet,millet ,dil ,gelenek görenek tarihsellik, vb gibi yani önceden kabul edilmiş ve devam etmekte olan şeylerin ortasında buluverdiğin gibi. Çocukluk dediğin süreçten kendini bildiğin sürece kadar-kendi başına düşünmeyi ve kendin olmayı başarabilmişsen tabii- daha önceden kabul görmüş bu şeyleri sana aktarır ve kabullendirirler…Ya onlar (diğerleri, ötekiler) gibi olmayı kabullenirsin yahut da dışarıda bırakılmanın yalnızlığını duyumsayarak “anormal” biri olarak muntazam kalabalığın içinde kaybolur gidersin. Bu , yaşadığın dünyanın vazgeçilmez seyridir ne yazık ki. Sercan, senin de yaşadığın bu ‘ilk gelenler’in koyduğu; kurallar bütününü öğrenmek!(örf, adet, gelenek,dil, kanunlar,din, ahlak vs vs gibi ) toplumsal mecburiyetleri hiç yaşamadı. Ancak O’da kendi dünyasına ait bir takım dezavantajları, zorluk ve sorumlulukları yaşamadı da değil. Herkes,(her canlı, her varlık) kendi yaşadığı ve çepeçevre kuşatıldığı koşulların egemenliğinde kendine yer bulmak için didinir durur. Sercan’da, kendini kuşatan koşulların egemenliğinde kendini var etmeye uğraşıyordu.Kafanda canlandırıvermen için O’nu sana tasvirlemeliyim biraz. En azından üç aşağı beş yukarı çerçevesini çizeyim. Geri kalanı senin hayal gücüne bırakıyorum. Eh sende diğer kitapların sana sağladığı “full” hizmet karşılığı, alıştığın rahatlıktan biraz sıyrılıp katılımcı olmalısın değil mi? Ben diğer kitaplara pek benzemediğim için okumanın ederi ödediğin ücret olsa da bedeli bu kadar kolay olmamalı, değil mi?
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑
Sercan; şeffaf ve enerjik bir forma sahip. Zaman zaman mor rengin hâkim olduğu bir ışınım yayarak varlığını koruyor. Çevresinde dönenen manyetik alanının küresel tabakası, cam bir fanusta yüzen ışık gibi algılanabilir pekâlâ. Çingene falcıların sihirli küresinin içinde dolaşan elektrik dalgası gibi yayılıyor ışınımı. Sizin türe göre benzerlik kuracak olursak; yüzü dediğimiz yerde bulunan oval ve simetrik şekli, cisimsiz bir his oluşturuyor. Aslında daha çok korku filmlerinizdeki masum ruhların bir görünüp bir kaybolan hayalet görüntülerini andırıyor, diyebilirim. Kendi dünyasında vücut formu denilen enerjisi, "anlamlar dünyasını "oluşturan hava gibi ama daha yoğun bir enerji katmanıyla kaplı olduğundan; okyanusta akıntıya kapılmış yüzen bir alg gibi..Bazı anlamlara tutunabilir, bazı anlamlar tarafından itilebilir yada çekilebilir. Kısacası ; "varoluşu" bulunduğu dünyanın koşullarıyla mükemmel derecede uyumlu..

Kişiliğine gelince.. Meraklı. Çok meraklı. Her şeyi öğrenip araştırmaya olan düşkünlüğü neden oldu bu maceraya diyebilirim. Ah; merak siz insanoğlunun ayın karanlık ve aydınlık yüzüne benzettiğim bu tutkusu, karşı konulmaz güdüsü ya belaya ya Mevlana götürür sizi. Tıpkı bu duygunun Sercan’ı da alıp savurması gibi.. Sercan; merakının yanı sıra çok da zeki. Çabuk öğrenen her ruh gibi sıkılgan. Araştırıcı, maceraperest, denemeye; insanın doğasındaki o rastlantının sonsuz matematiğindeki tüm olasılıkları anlamaya eğilimli. Aynı zamanda dirençli yani inatçı. Daha başka pek çok özeliği de mevcut sayın okuyucu; ancak bunlu senin merak duygunu gıdıklayabilmek için sonraki bir zamana ertelemeyi uygun buluyorum. Okumayı sürdür, ancak bu şekilde sana anlatacaklarımı aktarabilirim. Sen; beni seçip okumaya başladın ancak bilmiyordun ki ta şu ana kadar ben; sen daha beni bilmeden , beni bulup okumanı bekliyordum. Sen neye hazırsan o da sana hazırdır çünkü. Sen; hazır olduğunda sana hazır olan “şey”inde tarafından farkına varılana kadar seni sabırla! beklediğini de anlamış oldun şimdi.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑
Sercan, bu yüzden; merakı yüzünden, yaşadığı bu “anlamlar” dünyasında uyanır uyanmaz anlamsal kahvaltısını yapar her gün yada her sayfa diyelim uzun ve nakışlı satırların oluşturduğu yollardan harflerden harflere, hecelerden hecelere, kelimelerden kelimelere zıplayarak dolaşır; üzerine basıp geçtiği cümlelerin soyut mevcudiyetine bıraktığı izlenimleri duyumsamaya çalışırdı. Her ne kadar içinde bitmek tükenmek bilmeyen bir yığın soruya yanıt almak umuduyla bu gezileri yapıyorduysa da, günlük gezisi olan yolculuğundan içindeki soru yığınına yeni bir sürü soru daha eklenmiş olarak döner, ruhunu dinlendirmek ve sessizliğini dillendirmek için uykunun uygunluğuna teslim olurdu.

Her şeyin başladığı ilk günü anımsamaya çalışıyordu her defasında. Bulunduğu dünyada “tanımlamanın” en önemli şey olduğunu fark etmişti. Var olan her şeyin, var olması için ilk koşul ‘tanımlanıyor’ olması gerekiyordu. Bir tanımı olmayan şey ise “yok”tu, hepsi bu. Bu ilk koşulu fark ettiğinde ( -aslında tam bir fark etme değildi -”farkındalığını” biliyordu; hepsi bu!) ona göre davranması gerektiğini anlamıştı. Nasıl olduğunu bilemeden bilmek... Refleks gibi. İçgüdü gibi. Kuşların uçmayı kendilerini bilmezkenden bilmesi, balıkların yüzmeyi var oldukları anda biliyor olmaları gibi.. Tanım koymak… İsimlendirmek… Ayrıştırmak..İnsanoğlunun kendi varlığına istemdışı olarak inanmayışının ve var oluşuna inanmak için ve var olmak adına sarfettiği gayretin bir yöntemi olarak en sık başvurduğu bu süreci, sizin dünyanızdaki herşeyin "oluşma" zemininide hazırlamış oluyor aslında.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑
Varlıklar dünyasında var olan her şey kendisinin fark edilmesini ister. Çünkü bir ihtiyacı karşılamak üzere var olmuşlardır ve aslında sınırlarını kimsenin bilmediği bir bütünün “varoluşun” birbine bağlı döngüsel zincirinde halkadırlar. Besin zincirini ele alalım. Doğa belgesellerinde mutlaka izlemişsindir, dünyada bulunan bütün türlerin düşmanları vardır ve düşmanlarına karşı geliştirilmiş bir de savunma özelliği her canlının. Varlığını sürdürebilme güdüsüyle ki en temel güdü budur. Bu ; bütünlenme ihtiyacının kendisinin “fark edilip” bir şekilde kendisinden kendisine seyri, yani maceranın başlama düğmesine basılmasına benzetilebilir. Bu yüzden anlamlar dünyasındaki “anlamlar “ kendilerinin fark edilebilmesi için çok da istemeyerek “kabuklaşma” dedikleri bir işleme girmeye razı oldular. Çünkü ne pahasına olursa olsun “bilinmek” istiyorlardı. Oysa bu tanımlanma ve var olma denilen süreç; özgürce dolaştıkları yerden bir basamak alta; kendilerini “varlıklar” düzeyine indirgemeyi gerektiriyordu. Bu; bir kelebeğinin bütünüyle ifade ettiği bütün her koşulu, durumu, hali, mevcudu ve zıtlarını kısaca kelebeği kelebek yapacak ne varsa ve onların dışında ne kalıyorsa tamamının fark edilmesi ve ayrışması anlamına da geliyordu. Basit bir örnekle açıklamak yerinde olur, bir kelebeğin ruhundaki güzelliğin vurgulanması için, kelebeğin önce kendini obur bir tırtıla, ardından pespaye bir kozaya hemen arından da güzel bir kelebeğe dönüştürmesi ve hemen ardından onunda sadece hafızada canlandırılabilen bir güzelliğe; güzelliğinde güzelliğine dönüşmesi gibi ve o güzelliğin seyri izlenimini uyandırabilmesi için geçirdiği süreç gibi . Her şey kendisinden başka yahut kendisi olmak adına seyreden bir süreçten geçiyor yani dönüşüyor ise bir önceki hali sonlanır ve bir sonraki hali başlar. Bu sonlanma ve başlama anlarındaki sonsuz uyum ne zaman uyum sonsuzluğuna erdi; işte o vakit artık hareket durur. Özgürlükten de soyunulmuş, arınılmış bir “kavuşmaya” ulaşılır. Yol diye tanımlanan budur.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(arkası yarın)

Kûn&İkra...OL ve OKU (B'ölüm -0- )

OKU! (ikra) ….

“Kendini bu kadar çabuk ve net eylemselleştiren başka bir kelime var mıdır acaba?” OKU’yu okuduğunda işaret ettiği anlamı çoktan gerçekleştirmiş oluyorsun…

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑ Bölüm -0- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑

Gözlerini kırpıştırarak açtı güneş yüzünden. Elini yüzüne siper ederek doğruldu; yüzüne düşen gölgenin kuytusunda “perde”yi geçirdi aklından. Yine,” yeni” bir gün başlayıvermişti işte.” Bu hep böyle mi olur? Yani her şey birden bire başlayıverir ve hopp işte bu başlangıcın bir yerlerinde buluverirsin kendini?” ,diye düşündü. Yüzünü önce buruşturup, kaşınan burnunu sağa sola oynattı ; ardından dağılmış kızıla çalan saçlarını el alışkanlığı ile düzeltmeye çalışıp yatarken bile yanından ayırmadığı hafıza dolabını açtı zihninde. Her şeyi yazan kalemi canlandırdı ve kırmızı not defterine günün ilk düşüncesini yazmaya koyuldu; “bu hep böyle mi olur yani..”


*********** **** ๑۩۞۩๑ *************

OKU’yucular için açıklamalıyım ki; Sercan “farklı” bir dünyada yaşayan “farklı” birisiydi. Bu dünyanın en büyük özelliği ise orada hiç “somut” bir şeyin olmaması. Her şey ama her şey; ‘her şey ama her şey’in hafızanızda bıraktığı iz kadar… Üstelik Fazlası ya da eksiği olmadan... Dilerseniz bunu biraz daha anlaşılır kılalım; sizin dünyanızda “Kalem “ dendiğinde aklınızda irili ufaklı, büyüklü küçüklü, çeşitli nitelik, belirteç taşıyan kalemlerden biri ya da birkaçı canlanıverecektir. Örneğin; son derece zarif bir dolmakalem mesela; parlak siyahını hissedip kavrayarak tuttuğunuz, gümüş tokalı, ucu kağıdın üzerinde yağ gibi kayan..Nasıl ? Dolmakalemi hayal edebiliyorsunuz değil mi İşte tam olarak bundan söz ediyorum; Sercan’ın yaşadığı dünya o kalemi canlandırdığınız yer. İzlenimlerinizi depoladığınız, hayal kurduğunuz, düşlediğiniz, zaman zaman anımsamak için kişisel hafıza dolabınızdan çeşitli “şey”leri çağırdığınız, uydurduğunuz, zaman zaman da rüyalarınızda bulunduğunuz yer. Adına pek çok isim verilen bu yer-şimdi benim aklımda değil tüm bu isimler-Sercan’ın yaşadığı dünya. Bu dünyayı aslında hepiniz bir şekilde biliyor,tanıyorsunuz..Hatta tam olarak kendiniz kadar diyebileceğim bir şekilde biliyorsunuz üstelik, çünkü henüz farkın da olmasanız da siz de o dünyadan geliyorsunuz. Ben bu dünyaya “anlamlar dünyası” diyorum. Ah bu arada kendimi tanıtmayı unuttum, sizde nasıl diyorlar, “heyecandan”. Ben; bu kitabım. Evet; şu an satırlarında gözlerini gezdirdiğin kitabım elbet. Mademki bu; beni kesinlikle ilgilendiren bir macera, bunu sana ancak ben anlatabilirim değil mi? Yine de geveze olduğumu düşünmeni istemem. Sadece Sercan’ın yaşadığı macera süresince gerektiği kadar, gerektiği gibi karışacağım söze, hepsi bu. Bir nevi rehberlik ve tercümanlık yapacağım.

๑۩۞۩๑ (Arkası yarın..) ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩