Bölüm -41- (40. B'ölümden Devam)'

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑Bölüm -XLI-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(41.kere maşallah )

"Beni öldürmek mi ? Ama neden?" diye sormuş Kral.."Çünkü siz kardeşimin toprağına el koymuştunuz ve onu hapse attırmıştınız. Bende babasız kalan oğulları için Kralın bu zalimliğine karşı durup sizi öldüremeyi planladım. Bunun için fırsat kolluyordum ki, sizin münzevi bilgeyi görmeye geleceğinizi öğrendim. Bir ağacın üstüne çıkıp; geçeceğiniz yolda pusu kurdum. Bekledim, bekledim, bakledim... Ama siz; geç saatlere kadar dönmeyince, sizi aramak için ağaçtan indim. Askerlerinizle karşılaştım ve çarpıştık. Bir çok askere karşı sadece ben, kazanma şansım yoktu. Ve ben de bu tarafa doğru koşarken siz beni gördünüz. Ancak anlıyorum ki sizin hakkınızda yanılmışım..Lütfen beni bağışlayın ve ömrümü size adamama izin verin."

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Kral, adamın bu açıklamasından sonra yaralıya kardeşinin toprağını geri vereceğini ve kendisine sarayda en iyi şekilde bakılacağının da teminatını vermiş ve gitmeye hazırlanmış. Gitmezden evvel;" Son bir kez..." demiş kendi kendine , "sorularımı yineleyeyim. Belki münzevi sorularımı yanıtlar"
Münzeviye dönüp;"Saygıdeğer Bilge, sorularımı size son kez soracağım:Yapılması gereken en doğru işin ne olduğunu nasıl bilebilirim, en doğru kişinin kim olduğunu nasıl anlayabilirim ve en doğru zaman hangisidir tüm bunlar için?"
Münzevi Krala gülümseyerek bakmış, gözleri hala çağla yeşili bir umutla;"Ey Doğruların peşindeki Kral, Cevapları aldınız ya..." demiş. Kral anlamayan gözlerle bakmış Münzeviye:
" Hayır, yanılıyorsunuz, cevapları almadım" , diyebilmiş şaşkınlıkla karışık merakla.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Münzevi, "En doğru işin ne olduğunu sordun. En doğru iş ilk olarak bana geldiğinde, bana yardım etmekti. Eğer bu yardımı yapmasaydın erkenden dönecek ve seni pusuda bekleyen ölümünle karşılaşmış olacaktın. En doğru kişi bendim ve en doğru zamanda bana yardım ettiğin o zamandı"
Gülümseyerek devam etmiş münzevi; "Sonra yaralıyı gördüğünde ona yardım ettin, en doğru iş buydu. Zira yardım etmeseydin ölebilir ve helallik almadan; seni yanlış tanıyıp senden nefret eden birini, bu yanlışla kaybedebilirdin. Yine en doğru kişi O'ydu ve en doğru zamanda ona yardım ettiğin zamandı."

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Kral, düşünceli gözlerle münzeviyi usluca dinlemeye devam ederken münzevi elini kralın omzuna dostça koymuş , " Bu dünyada en doğru şey birine yardım etmektir. Eğer birinin acısını yok edebilirsen yahut birinin acısını hafifletebilirsen ya da yere düşen bir ardış kuşunu yuvasına geri koyabilirsen boşuna yaşamış olmazsın çünkü. En doğru kişi o an yanındaki kişi kim ise odur. Zira bir daha o kişiyle karşılaşıp karşılaşmayacağını asla bilemezsin. En doğru zaman da içinde bulunan zamandır. O anı en iyi şekilde değerlendirirsen geçmişinde geleceğinde dolu dolu olur" Kral, cevapları almanın mutluluğuyla sarayına geri dönmüş.."

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Ervin; "Tarkan'ın 'karma' felsefesi gibi bir saçmalık değil değil mi bu?" , diye sordu gözlerini elinde bir oyana bir bu yana evirip çevirdiği bardağına bakarak. Popüler müzikten hiç hoşlanmazdı. Tek sevdiği gurup Rammstein'dı ve onun dışındaki müzikleri- klasik müzik hariç- müzikten saymazdı.
๑۩۞۩๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Evet;Yeniden karışma ihtiyacı duydum sayın OKU'yucu. Ne zamandır sus pus satırlarımda gezdirdiğin gözlerinin kelimelerimden nice nice anlamlar devşirdiğini ve bütün bu anlamların bir kısmı zaten bildiğini- sağdan soldan duyduğun , okuduğun, gördüğün vs-; bir kısmını da "aa daha önce hiç bu açıdan düşünmemiştim" tadında duyumsadığını seyrettim. Arada bir "Acaba kitap nerde, neden suskun ?", diye aklına gelip gelmediğimi ise hiç sormayacağım. Cevabını bildiğim sorular sormayı sevmiyorum çünkü.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Neyse; sayfalarımın başında da belirttiğim gibi mümkün olduğunca Sercan'ın macerasıyla aranıza girmemeye özen gösterecektim . Ama bazı yanlış fikirler, görüşler yüzünden nedense kendime engel olamıyorum. Bırakalım Ervin'in Rammstein'ı sevdiğini, müzikle ilgisini , "Karma " denilen bir felsefeden söz ettiği kısıma takıldım. Nedir Bu Karma Felsefesi?

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Karma inancı, Hinduizm, Budizm ve Caynizm gibi batıl Doğu dinlerinde çok önemli bir yer tutar. Sanskritçe bir kelime olan Karma, “hareket, fiil” anlamına gelir. Hint dinlerinde ise, bir “sebep-sonuç kanunu” olarak bilinmektedir. Determinist bir zemini vardır. Karma inancını savunanlara göre, bir insan geçmişte ne yapmışsa, gelecekte onu görecektir. İyiden iyi, kötüden kötü çıkacaktır. Dolayısıyla insanın bugünkü durumu da geçmişinin bir sonucudur.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Karma inancında geçmişten kastedilen, o insanın şu anki hayatından önceki hayatı, gelecekten kastedilen ise ölümünden sonra başlayacak olan bir sonraki hayatıdır. Çünkü karmanın temelinde, insanın ölümden sonra dünyaya tekrar başka bir bedenle geldiği ve bu ölüp dirilmenin sürekli devam ettiği anlamına gelen reenkarnasyon inancı bulunmaktadır. Dolayısıyla karmaya inanan biri, öldükten sonra gerçekleşecek olan sözde yeni hayatındaki başarılarının, mevkisinin veya hayat şeklinin bir önceki hayatındaki davranışlarına ve ahlakına bağlı olduğuna inanır.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sözgelimi, bugün zengin veya başarılı olan birinin, geçmiş hayatında iyi bir insan olduğu için bu hayatında zenginlikle ödüllendirildiği düşünülür. Aynı şekilde fakir, sakat ya da başarısız olan birinin geçmiş hayatında kötülükler yaptığını ve bunun karşılığını şimdiki hayatında bu şekilde aldığını idda ederler. Hatta bu batıl inancın iddiasına göre, insan yaptığı kötülüğe göre bir sonraki yaşamında bir bitki veya bir hayvan görünümünde de olabilmektedir. Şahsen ben insanın maymundan geldiğini iddia eden birine , " peki ama , belki de İnsan maymundan değil de, maymun insandan gelmiş olabilir mi?" ; diye bir soru yöneltebilirim. Bu iddiam maymunun insandan gelmiş olma iddiasına göre daha mantıklıdır ve ispata uygundur. Düşünün ki, herşeyin bozulmaya , gerilemeye, eskimeye , eksilmeye endeksli olduğu; yani zamanın hükmünde git gide eriyip ufalandığı bir ivme de, neden sadece tek bir noktada - o da insan için- bir gelişme , ilerleme mümkün olsun ?

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

"Doğum ölümün ilk belirtisidir"; mantığıyla bakacak olursanız , demek istediğimi daha net anlayacaksınız. Neyse bu ayrı apayrı bir konu, yeri gelirse bu konuya da daha detaylı değinirim. Ne diyordum sahi; Karma felsefesi neden olamaz? Basit bir örnekle açıklayıp geçeceğim. Meraklısı araştırır, peşine düşer Ekrem'in anlattığı hikayede ki kral gibi, doğrusunu öğrenir..

Efendim; dünyada hiç bir şey birbirinin tersiniri değildir. Yani, İnsan kılığına girmiş bir fil ile ; fil kılığına girmiş bir insan birbirinin tersiniri olamaz. Neden? Çok basit: İnsan fil kılığına girebilir ama fil insan kılığına giremez.! Eşittir; karma felsefesinde bu determinizm anlayışı doğru olsaydı ; "İnsan düşünen bir hayvandır!" diyen ; "O halde hayvanlar düşünemeyen insanlardır", demek ve pişkin pişkin gülümseyip yüzlerine baktığınız; felsefecilerle alay etmek mümkün olurdu... Tamam , ben artık susayayım Sen de sayfalarımda gezdirmeye devam et bakalım güzel gözlerini..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Ekrem, anlattığı hikayenin oluşturacağı hazzı yaşamak üzre soluklandığında Ervin'in bu çıkışı yüzünden kaşlarını çatmıştı ki; Sercan'la Ervin kahkahayla gülşmeye başladılar, Ekrem'in bu yüz tavrına. Sercan'a dönüp Ervin; "Sana hemen bozulacağını söylemiştim. Sazan işte..Hemen saz'dı, kendisini Sazan Aksu ilan ediyoruz ve saygıyla anıyoruz " dedi, ikinci bir kahkaha patlatarak.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Ekrem'de önce çatık kaşlaırnı indirdi, ardından gülmeye başladı o da "Seni pislik!" , diye. Sercan'ında içinde hafifleyen ve sanki göğe, semanın zirvesine erişmeye çalışan bir duygu vardı, mutluluk gibi..Bu yeni iki insanı çok sevmişti. Derken Ekrem, "Dur bir dakika , " dedi; " Benim kızacağımı ona ne zaman söyledin ki? Ben neden duymadım yada?"
Ervin'de gülmeyi kesti. Aşikar bir biçimde Sercan'a, "Dur bak , hikayesini bitirsin onu kızdıracağım, hemen jaws'layacak!" , demişti. Yoksa sadece düşünmüş müydü? Peki ama sadece düşünmüşse, Sercan'ın kendisine; " Jaws'lamak ne demek? ",diye sormasını nasıl açıklayacaktı? Sercan'ın bu soruyu sorduğunu duyduğuna adı kadar emindi ..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞ (Devam Edecek)

B'ölüm -40- (39.bölümden devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XL- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (39.bölümden devam)

Bu sembolü siz nasıl ele geçirdiniz?” dedi Sercan ikisine..Arkadaşlarının Doktor Eko diye çağırdığı Ekrem, bakışlarını Ervin'e çevirdi. Ervin bir kaç saniye Ekrem'e baktıktan sonra:
"Offf, peki, tamam. Bilmeyi kesinlikle hak ediyor" dedi.
Dönüp kendisine meraklı gözlerle bakan Sercan'a ;" Sana bütün hikayemi anlatacağım. Ancak sende bizle ,bizden biri olup, Azraile Şaka Kabilesine dahil olup bütün varlığınla amacımıza hizmet edeceğine yemin etmelisin!"; dedi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Rüyasında gördüğü bu kafeye geldiğinde en fazla bir iki insanla iletişebileceğini düşünen Sercan, karşı karşıya kaldığı bu durumla ilgili olarak heyecan duydu. Evinden sokaklara, oradan kütüphaneye oradan bu zıvanadan çıkmış insanların; nereye olduklarını anlamadıkları koşuşturmalarının içinde seyir ederken, gözlemlerken bu "somut" dünyayı; insan ırkını çok sığ ve- işin aslı -pek de değerli varlıklar olarak anlamlandırmamıştı hissiyatında. Ancak yaşamın derin kıvrımları arasına girdikçe, insanları yakinen tanıdıkça, fikirlerinin değişebileceğini de anlamıştı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Ekrem; "Sustun? Umarım korkutmadık seni?" , diye sordu.
"Hayır Doktor, düşünüyor sadece. İşte bu yüzden kesinlikle Azraile Şaka Kabilesi' nden biri olmayı hak ediyor ", dedi Ervin; gülümserken yanağında çıkan gamzeleriyle. "Tabi,bir de Kalabakça mı ne; işte o, sembol dilini biliyor olmasının büyük bir etkisi de var", diye ekledi.
Sercan;"Kabul ediyorum; yalnızca bir şartla; bana size nasıl güvenebileceğimi, amacınızın doğru bir şey olup olmadığını ve doğru bir zaman mı oladuğuna; dair beni ikna etmeniz gerek.."

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Doktor Eko; "Yani; bir işin doğru iş olup olmadığını , bu işi yapacağın kişilerin doğru kişiler olup olmadığını ve her ikisi içinde doğru zamanın ne zaman olduğunu soruyorsun ? " dedi Sercan'a. Belli ki aklında Sercan'ı ikna edebilecek bir şeyler vardı.
"Evet..sanırım..";dedi Sercan alt dudağını üst dudağının üzerine bindirerek.Bükülü dudağıyla çok masum görünüyordu.
"Pekala, sana bir öykü anlatacağım Sercan. Tıpkı senin sorularına sahip bir kralın öyküsüdür bu. Öyküde arayacğaın cevapları bulacaksın" dedi Ekrem. Ses tonunun normal sohbet ederken takındığı tavırdan çok, ak sakallı dedelerin torunlarına masal anlatırkenki vurgusunu sezdi Sercan. Ervin'e çevirdi bakışlarını. Ervin'in asimetrik gülümsemesiyle- alaycı bir şekilde gülümserken gülümsemesi asimetrik olur sadece sol yanağında gamzesi çıkardı- karşılaştı. O da gülümsedi.İkisi de aynı anda arkalarına iyice yaslanıp, keyifle, kendisiyle ve bildikleriyle gurur duyan Ekremin- yada diğer seslenişiyle Doktor Eko'nun- anlatacağı öyküye kulak kesildiler.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

" Zamanın birinde bir Kral varmış. Oldukça bilge bir Kralmış. Bir gün; "Yapılması gereken en doğru işin ne olduğunu nasıl bilebilirim, en doğru kişinin kim olduğunu nasıl anlayabilirim ve en doğru zaman hangisidir tüm bunlar için?" , diye 3 soru takılmış aklına. Bu soruların yanıtlarının peşine düşmüş. Heryere , herkese haber salmış, el elden, akıl akıldan üstündür diye. Zaten gerçektende akıllı kişi aklını kullanandır ama daha da akıllısı başkalaırnında aklını kullanabilendir ya.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Neyse; sarayda pek çok bilge, kahin, büyücü kişi toplanmış. Amaçları kralın soruduğu bu 3 soruya cevap verip, karşılığını alabilmekmiş. Kral; topladıkları kişileri, önünde bir sıraya dizdirmiş ve herkesi dinlemeye koyulmuş. Ancak bir süre sonra bakmış ki; iş içinden daha çıkılmaz bir hal alıyor. Zira; kahinler, 'En doğru işin en doğru kişiyle ve zamanda yapılmasının ancak kehanetlere dayandırılarak bulunabileceğini 'söylüyor, bir gurup filozof bilge ise;' bu mistik yaklaşımı tümden ret edip, bütün ihtimalleri hesaplayarak, düşünerek davranıldığı taktirde istenilen cevaplara ulaşılabileceğini' söylüyor, diğer yandan ise büyücüler;' iki guruba da cinler, ifritler ve büyü sanatının incelikleriyle ulaşılabileceğini' söyleyip savunuyorlarmış.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Kafası allak bullak olan Kral, dinledikçe arayışının çözümcüllüğünü yitirip ölümcül bir kaosa sürüklendiğini fark etmiş ve hiç birinin cevabından tatmin olamadan hepsini uzaklaştırmış sarayından. Ama herkes bilir, sen de bilirsin, insanın aklına bir kurt yerleşirse en meraklısından, o kurt çıkana kadar asla insan merak ettiğişeyin peşini bırakmaz; bırakamaz. Kral kara kara ne yapacağını düşünürken, vezirlerinden biri Krala, çok büyük bilge bir münzevinin ormanlık bir alanda yaşadığını, büyük çok büyük bir çınar ağacının kovuğunu kendisine çilehane gibi bir oda bellediğini, orada ağacın hemen önünde kendisine küçücük bir bahçe yaptığını, ekip biçtiğini söylemiş. 'Bilse bilse bu soruların cevabını ancak o münzevi bilir', diye de eklemiş.. Kral umudunu yitirmektense denemeye karar vermiş. Çünkü insanın umudu biterse, mezarını kazar.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Vezir bir konuda uyarmış da kralı; münzevi yanına soylu hiç kimseyi almamakta; sadece yoksul, sıradan, halktan birileriyle görüşmeyi kabul edermiş. Kral buna da razı olup askerleriyle birlikte ormanın yarısına kadar gelip, orada tıpkı halktan biriymiş gibi tebdil-i kıyafet yaptıktan sonra Münzevinin yanına doğru yola koyulmuş. İstediği yere ulaştığında, münzeviyi bahçesini kazarken, kan ter içinde bulmuş. Selam vermiş, münzevi kafasını kaldırıp selamı almış ve işine , kıraç toprağı çapalamaya devam etmiş. Kral geliş nedenini söylemiş Münzeviye. 'Size üç sorum var onun için çok uzaklardan geldim, cevapları ancak siz biliyor olmalısınız', demiş. 'Sorularım şu, doğru işin ne olduğunu nasıl bilebilirim, doğru kişinin kim olduğunu nasıl anlayabilirim, doğru zamanı nasıl bilebilirim?..'

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Münzevi Kralı cevaplamadan işine devam etmiş. Kral yaşlı adamın haline üzülüp yanına sokulmuş , 'Bırakın biraz da ben çalışayım, siz de dinlenin azıcık' , demiş. Münzevi sessizce çapayı uzatmış krala. Bir süre kral çalışmış, yorulunca diğeri almış eline çapayı ve böyle bir ardışıklıkla akşamı etmişler. Kral, yanında huzur bulduğu bu adamın; cevapları bilmediğini düşünmeye başlasa da şansını bir kez daha denemek istemiş. 'Akşam oldu neredeyse, ben artık gideceğim, oldukça yoruldum, sorularımı size tekrar sorayım, cevabınız varsa müteşekkir olurum' , demiş Münzeviye. Sorularını yinelemiş; 'Doğru işin ne olduğunu nasıl bilebilirim, doğru kişinin kim olduğunu nasıl anlayabilirim, doğru zamanı nasıl bilebilirim?. '

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Tam o sırada birden bire münzevini eliyle işaret ettiği yere çevirmiş kafasını kral, bir de ne görsün, kanlar içinde, yaralı bir adam sendeleyerek kendilerine doğru gelmiyor mu? Sanki Testere yada host filminden çıkmış, ölümle raksı yarım kalmış bir zavallı . Adamın o halini gören kral fırlamış tabii yerinden; eşek değil ya, (Kral Midası saygıyla anıyoruz! :P) adamı kucaklayarak, münzevinin ağaç kavuğuna yatırmış, hemen kendi üzerindeki gömlekten yırtıp sarmış kanlı yaralarını , münzevinin de yardımıyla bir güzel temizleyerek. Ancak çoktan akşam bastırmış ve kral o kadar yorgunmuş ki, ağaç kovuğunun eğişinde yaralının dibinde uyuyakalmış. Derken yaralının kendisini; 'Beni affedin, lütfen' diye ağlamasıyla uyanmış sabah.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Yaralı,; 'Beni bağışlayın Kralım, size haksızlık edecekmişim az kalsın , büyük bir suç işleyecekmişim!" diye yalvarıyormuş kendisine. "Kral olduğumu nereden biliyorsun, hem ne kötülüğü, sen kimsin? " diye şaşkın şaşkın sormuş.
Ben sizi öldürecektim, diye söze başlamış adam..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(devam edecek)

B'ölüm -39- (38.bölümden devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXXVIX- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (Önceki B'ölümden devam)

Büyük Usta Rahan , Erkan'ın odasına doğru gölgesini uzattı. Gölge,canlı ve esnek bir yapışkan sıvı gibi, zift gibi; Büyük Salondan uzanarak Erkan'ın küçük odasına doğru kıvranarak yılan esnekliğinde ve hareketliliğinde kolayca koridorlardan aktı. Erkan'on odasının önünde duraladı ve kapının hemen altından aynı sessiz sinsilikte, kayıp girdi..
Erkan bekliyordu. ayaklarını oturduğu yatağa doğru toplayıp bağdaş kurdu. İçeri, yatağının ucuna kadar süzülen gölgeye saygıyla eğilip Styx selamını verdi. Koyu gölge Erkanın önünde, yerde gittikçe yoğuşup kesifleşerek yağmur sonrasında asfalt çukurlarda biriken küçük yağmur gölü kıvamına gelince durdu, ardından kaynayan bataklık yüzeyi gibi fokurdamaya başladı. Kaynayan bu yoğun siyah sıvıdan çıkan hava kabarcıklarından biri git gide büyüyüp ardından da iyice yoğunlaşıp Cam bir Küreye, büyücülerin kullandıkları içinde bulutların hızlı hızlı dönüp durdukları Cam bir fanus'a dönüştü.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Erkan, uzanıp birikintiden oluşmuş cam küreyi aldı dikkatlice iki eli arasına. İçine baktı. Pasparlak Cam küre içinde sürekli dönenen bulutlar birden bire görüntülere dönüşmeye başladılar. Erkan , izlemeye devam ediyordu.

Kürede yansıyan görüntü önce yemyeşil parlayan bir ışık ardından da ışıktan oluşmuş bir kitaba dönüştü. Kitap ani bir hareketle kendi ekseni etrafında dönmeye başladı hızla ve aniden de durdu. Durduğunda birden bire kitabın ortalarından bir sayfa açıldı ve sayfalada yazılı kelimeler yine fosforlu çiğ yeşili parlaklığında bir ışık yayarak kitaptan havalandılar. Kelimelerin kitabın derisinden kopup da havalanmasını güneşten yanan deriyi soyarkenki duyumsattı hisse benzetti Erkan. Kitaptan ayrışan ve havalanan kelimeler yavaş yavaş kendi yörüngelerinde dönmeye başladılar. Her bir kelimeyi oluşturan harfler de atomların çevresinde , yörüngesinde dönen elektronlar gibi birbirlerinin çevresinde dönmeye başladılar. Gittikçe hızlarını artırarak..Sonunda hız o kadar arttı ki kelimeler altı kutuplu altı odaklı ışık noktacıklarına dönüştüler. 6 odaktan süzülen 6 ışık vektörü lazer ışığı gibi kesiştikleri yerde birleşip çok güçlü bir ışıkla Erkan'ın alnına doğru, iki gözünün arasındaki noktaya; 3. gözün bulunduğu astral şakraya - styxçesi Ezanor ivety 'e- doğru akmaya başladı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Alnının ortasındaki iki kaşının tam ortalandığı noktadan küreden gelen ışığı neredeyse soğurup, iştahla tüketen Erkan, hala BUDA heykelleri gibi, yatağının üzerinde bağdaş kurmuş, kara lotus pozisyonunda kendisinden , dünyadan, somut gerçeklikten, kısacağı herşeyden ve herkesten kopmuş ayinin bitmesini bekliyordu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Erkan'ın 3.gözü kendisine direkt olarak süzülen ışık hüzmesini yeterince emerken, kapamış olduğu gözlerine ve kendinden uzaklaşmasına rağmen olup biten herşeyi "biliyor, görüyordu". Yeşil ışığın kendisine , ruhuna direkt olarak taşıdığı bilgi bin yıllar ötesinden geliyordu. Bütün görselliğiyle, çıplaklığıyla, açıklığıyla..Dünyanın tarihini, savaşları, aşkları, hayal kırıklıklarını, mutluluk ve hüzünleri, doğum ve ölümleri, bütün bunları seyreden görevlendirilenleri, düşmanları ve dostları...
Sureti; ışığın manyetizmasında olmasaydı yaşadığı ve gördüğü herşeyden , biliyor olmasından hoşnutluğunu gösterebileceği bir gülümsemeyle dolup taşardı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Ayin, aniden başladığı gibi sona erdi. Cam küre ışık kesildiğinde çatladı önce ardından önce küçük parçalara ardından toz zerrelerine kadar ayrıştı. Cam küreden sızan kara dumanlar kitabı, kelimeleri, ışığı iyice boğup ortalığı bir kaç saniyeliğine karanlığın dehlizine daldırdılar.

Gölge, somutlaştığı cisimselliğinden eriyip de yine eski halini, akışkan kesifliğinden soyunup gölge halini aldığında geldiği gibi geri geri sürünerek odanın kapısının aralığından çıkıp gitti.
Erkan gözlerini açtığında kahverengi olan gözleri kırmızıya, koyu kestane saçları da bakır kızılına dönüşmüş, insandan çok vahşi bir dünya dışı varlığa benzemişti.

Kendi kendine sorduğu pek çok sorunun yanıtını Sethir Işığı' ndan almıştı. Yüklenmiş büyü ve yeni yetenekleriyle gücünün sınırlarını merak ederek Erkan, hazırlanıp gitmesi gereken yere doğru yola çıktı. "Bakalım, Alexis'le karşılaşmamız da neler olacak?" dedi kendi kendine.


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩ (devam edecek )

B'ölüm -38- (Bölüm 37'den devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXXVIII- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (Önceki B'ölümden devam)

"Yaratıcı, O iki meleğin cezaları sona erene kadar dünyada kalıp büyü öğretmelerine ve imtihan aracı olarak insanların arasında kalmalarını emretti. Bazıları onlardan büyü, örneğin karıyla kocanın arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Oysa o iki melek;" Biz Allah'ın imtihan aracıyız, sakın kafirlerden olma" demedikçe kimseye sihir öğretmezlerdi :Bakara 102! ", diye Erkan'ın sustuğu yerden konuşmayı alıp yineledi Rahan tok sesindeki ürkütücü tonuyla. Sesi sanki yüzlerce yarasanın aynı anda uçmasından çıkan garip ve kıyıcı bir tizlikle çıkıyordu. Erkan hala olup bitene bir anlam verememiş, Büyük Usta Rahan'ın kendisine söyleyeceklerini bekliyordu sabırsızlıkla.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

"Büyük büyü kitabımız SETHİR bana dünyaya birinin indiğini söyledi.O beklenen düşman olabilir. Hemen araştırmaya başlamamız gerek..O ne pahasına olursa olsun bulunmalı yoksa..."dedi tıslamayla karışık sesiyle."Bu...Bu...Nasıl olmuş olabilir ki? ",dedi Erkan. 28 yıllık hayatında ilk defa bu denli şaşırmış, ürkmüş; Büyük Sırra, Sırların Sırrına, bu kadar yakın olduğunu hissetmişken bu gelişme hoşuna gitmemişti. Usta Rahan ;"Onu kesinlikle bulup..." Elini birden bire patlayan sesini bastırmak için ağzına götürdü. Sakinleşmeye çalıştı, öfkeden iyice küçülen gözleri; saldırma anına yakın sinsi bir yılanın gözleriydi sanki. Biraz kendine gelince devam etti konuşmasına:

"Seninle oturup bunu tartışacak değilim, zaman aleyhine işliyor.Çabuk hazırlan ve 'Kan Dostluğu'nun ayininden sonra direktiflerimi bekle!"diye buyurdu. Yanında beliren özel uşağın uzattığı şamdanı alan Erkan, hızlı adımlarla büyük salonu terkederken;büyü ayini başlamış,yaşayan insanlardan pek çoğunun unuttuğu Styxçe mısralar eşliğinde odasına doğruldu.


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑


Odasında sessizce beklerken kendisini; özelllikle de geçmişini düşünüyordu.Kendisini şekillendirip, 'kendisi' yapan yaşadığı ya da yaşamadığı olayların tümü olan geçmişini.Bir insanı "o insan" yapan etkiler, daha doğumdan itibaren sıraya geçip o insanı oluşturacak etkiler olarak bekliyorlardı ve doğumdan itibaren sırayla,itinayla kendisini oluşturacak bir yontucunun el yordamıyla kendisini varediyordu. Ünlü heykeltraş Rodin; "bu kadar güzel heykelleri nasıl yapıyorsunuz sorusuna"Bir kaya parçasını alıyorum,fazlalıklarını atıyorum,geri kalan bu!"şeklinde cevap vermişti. Oturmuş, kolunu dizine, elini çenesine dayayıp uzaklara dalan birini, "Düşünen Adam" heykelini yapan birine yakışan bir cevapla.
Sanki hayat ve olasılıklar bir mermerin fazlalıklarını ustaca yontup,törpüleyip "o kişi" haline getiriyordu. Erkan evlatlık verildiğinde üç yaşındaydı. Doğduğu şehri ve gerçek anne babasını hiç hatırlamıyordu.Tek anımsadığı bahçede oynarken -acaba kendi evlerinin bahçesi miydi?-birden bire bir kadın ortaya çıkmış ve onu kucaklayıp koşar adımlarla kaçırmıştı.Hafızasındaki bölük pörçük görüntüler zaman kurtçukları tarafından tırtıklanıp tüketilse de; kendisini kaçıran kadının kokusunu, kalbinin atışını ve gelecekten esen esmer bir rüzgarla oynaşan kadının koyu saçlarını hatırlayacaktı yine de.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑


Ardından bu büyük,dışarıdan terkedilmiş gibi görünen ama içi tıpkı bir karınca yuvası gibi hareketli dev sığınağa getirilmişti. Kendisiyle ilk ilgilenen Büyük Usta Rahan, o zamanlar Rehber Usta olarak görev yapmaktaydı. Alnında sinirlendiğinde ortaya çıkan damar görünmediği zamanlarda, müşfik bakışlarıyla, suskunluğun verdiği donukluk ürkütücü de olsa;kendisiyle ilgilenen tek kişi olması nedeniyle ona sadakatle bağlanmıştı.Erkan'ın bu koca sığınakta arkadaş duygusunu dolduran tek kişi oydu. Birden dalıp gitmiş olduğu geçmişin koridorundan şimdi'nin aymaz gerçekliğine geri döndü.

Rahan Usta'nın emirlerini beklerken yatağına oturmuş, odasının dört duvarındaki, küçükken kendisine korkunç gelen resimlere şimdi alelade bir bakışla göz gezdiriyordu.Ruhundaki sıkıntı göğüs kafesini çatlatacak kadar ağır baskı yapıyordu.Neden uyandırılmıştı?Neden GERİ SAYIM GÜNÜ bu kadar çabuk gelivermişti? Bu; savaşın başladığı anlamına geliyordu ve kendisi bu savaşta önemli bir rol oynayacaktı. Peki neden bunu bilmesine rağmen kendisini sıradan hatta ustalarla karşılaştırılacak olursa ikinci sınıf biri olduğunu duyumsuyordu yine de?...

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (devam edecek)

Bölüm -37-(Önceki bölümden devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXXVII- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(Bölüm 36'den devam)

Yerden kalkması istendiğin de avuçlarını birleştirip,serçe ve yüzük parmaklarını kenetledi.Karanlık bir huzur sessiz bir ışınımla etrafa yayılıyordu.Parmaklarıyla oluşturduğu bu özel işareti alnına kadar sürükleyip,selamlanandan ziyade selamlayanı övercesine eğildi yeniden. Kan ustaları Büyük ustanın önünde yere bakıyorlar, gölgeleri gittikçe sönen sinsi bir ateş gibi arkalarında bekliyor; öylece duruyorlardı. Kadim bir karanlığın uslu çocukları gibi Büyük Usta'nın önünde duradursunlar Büyük Usta kendisine verilen selamı yankılıyarak,meraklı gözlerle kendisini izleyen Erkan'a döndü. Başıyla bir şeyleri derin bir uçuruma itermiş gibi, kara kaplı bir kitabı işaret etti"Al onu!"dedi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Büyük Usta'nın sesi Erkan'ın kulaklarına ulaştığında; aklındaki herşeyi silmiş ve yerini sadece buyurduğu şeye bırakmıştı. Oysa bu sadece bir fısıldamaydı! Bakışlarındaki kıvılcımlar bu fısıltıya binlerce yol bahşetmişti. Öfkenin belirtileri sesini büyük salona yaymış;bir cüce korosuna binlerce noktada tekrar ettirmişti adeta.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

"636. sayfayı aç ve oku!"
Erkan,Büyük Usta'nın dudaklarından kopmadan sözlerin etkisine girmiş, aceleyle söylenen sayfayı açmıştı. Ve okumaya başlamıştı bile; bir şelalenin kırılmış belinden dökülürcesine salona yankılanarak yayılmaya başmıştı sözler:

"İmam Ahmed,İbni Hibban Sahihlerinde,İbni Ömer'in (R.A) Resullullah (S.A.V)'in şöyle buyurduğunu işittiğini rivayet ederler: Adem Aleyhisselam yeryüzüne indirildiği zaman Melekler dediler ki: Ey Rabbimiz,yeryüzünde,bozgunculuk edip fesat çıkaracak,kan dökecek kimseler mi yaratacaksın? Halbuki biz Seni (C.C) hamd ile tesbih ve takdis ediyoruz ... Allah(C.C)"Şüphesiz ben sizin bilmediklerinizi de bilirim.", buyurdu. Melekler;"Biz Sana (C.C) ademoğlundan daha fazla ibadet ederiz", dediler.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Cenabı Hak Melekler'e:"Meleklerden İki melek getiriniz.En çok ibadetiyle övülecek meleklerden. Nasıl amellerde bulunacaklarına bakalım", buyurdu. Melekler: " Ey bizim Rabbimiz(C.C) Harut ve Marut? ", dediler. Ve Alemlerin Rabbi olan Allah o iki meleğe "Yeryüzüne ininiz!" diye emretti. "İnsanlara pek çoğunu vereceğim imtihan aracı olacak duygulardan size yalnızca şehveti vereceğim"

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Harut ve Marut yeryüzüne indiler. Bitki cinsinden bir çiçek,onlara beşerden güzeller güzeli bir kadın suretinde göründü. Melekler o kadının yanına vardılar ve kendileriyle cinsi münasebette bulunmasını istediler. Şehvet rüzgarında sallanan bu iki kutsanmış başak kendilerindeki bereketi unutarak kadına eğilip isteklerini yenilediler. Dişi, meleklere "Allah'a şirk koşan şu kelimeyi söylerseniz isteğinize kavuşabilirsiniz"dedi. Melekler:"Hayır olmaz,Allah'a (C.C) yemin ederiz ki O'na ebediyen şirk koşmayız"dediler. Kadın bu sözler üzerine onlardan uzaklaştı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sonra onlara ardında bir çocukla birlikte göründü. Melekler kadına isteklerini yinelediler ve kendilerine teslim olmasını istediler. Kadın:"Hayır,olmaz!"dedi. "Ancak şu çocuğu öldürürseniz size teslim olurum." Melekler: "Biz çocuğu asla öldürmeyiz"dediler. Kadın çekip gitti,sonra tekrar geldi. Yanında bir çanak içki taşıyordu. Melekler yine kadının teslim olmasını istediler. Kadın şehvet nehrinin kendisine taşıdığı bu iki meleğe dönüp şarabı onlara gösterdi ve "Bunu içerseniz olur yoksa olmaz"dedi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Melekler içkiyi içip sarhoş oldular,kadınla zina yaptılar ve çocuğu da biçip öldürdüler. Ayıldıklarında kadın onlara şöyle ses etti: "Benim sizden isteyipte yapmadıklarınızı içki içip birer birer yaptınız. "Pişman olup tövbe ipine sarılan Harut ile Marut Merhametli Allah tarafından yaptıklarının cezasını ahirette veya cennette çekmek üzere muhayyer kılındılar. İki melek işledikleri cürmün azabını dünyada çekmeyi ihtiyar ettiler.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Bu ceza insanlara büyüyü öğretmekti. Onlar "Sakın ola ki insanlara zarar verecek büyüler yapmayın, bu bir imtihan aracıdır" diye uyarmadıkça kimseye birşey öğretemezlerdi. Fakat insanlar karıyla kocanın arasını bozacak yahut zarar verecek büyüler öğreniyorlardı, hoş,Allah'ın izni olmadan kimseye bir zarar verecek değillerdi ya..."

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Okumayı kesti Erkan ve yüzünü göstermeyi reddeden bir aynaya bakıyormuşcasına Büyük Usta Rahan'a çevirdi suretini...

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩ (devam edecek)

B'ölüm -36- (35.den devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXXVI- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(Bölüm 35'den devam)

۩๑๑۩۞۩๑๑ Sellzoso'nun Laneti - Miyakoda Tarihi ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Apar topar uyandırılmanın verdiği sersemlikle; şamdandan ışıyan ve karanlık mahzeni boydan boya yaran koridoru aydınlatan mumun titrek ışığında, kan çanağına dönmüş iri kahverengi gözleri iyice kısılmıştı. Hemen her zaman 3 mumluk bir şamdanın, karanlığın kuşattığı kocaman ve derin koridoru son noktasına kadar nasıl bu kadar iyi aydınlattığını düşünürdü. Mumların büyüyle, ölmüş bebeklerin sarıldığı kefen bezinin yağından yapılmış olduğunu biliyor olmasına rağmen, yine de bu ölümsü cansız hastalıklı ışık karanlığı tuhaf bir şekilde yutuyor olmasına şaşıyordu her defasında. Neredeyse koşar adım, hızlı hızlı yürüyüşüyle; nefes nefese kalmış gövdesi, soluk soluğa bir rampayı çıkmaya çalışan,burnundan soluyan antika bir katara benziyordu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
ELinde şamdan kendisine emredilen yere bu özel ulağın peşinde koşarak gidişinin başlangıcını düşündü. Dipsiz ve derin uykularından birindeydi.Rüyasız, sessiz, boşluklu..Birden gövdesinin sarsılarak dürtülmesinden uyanmıştı sıçrayarak. Kendisini uyandıran özel ulağa kaş göz işeretiyle ne olduğunu soracak olmuş, kendisini uykunun en tatlı yerinde uyandıracak kadar önemli olan "şey"in tedirginliğine, özel ulağın sabit ifadesiz ve daha da önemlisi cevapsızlığını katık edip, apar topar yataktan fırlamıştı.
Büyük salonun kapısına geldiğinde-Namoge Kapısı- görkemli ve eski kapıyı önce Styx Ayinlerinin başlangıç selamıyla selamladı ve ardından kapının selamı alıp zamanın derin kuyusundan gelen garip seslerle-inlemelerle mi demeliydi yoksa- açılmasını; hızlı hızlı çarpan kalbinin sesini bastırmaya ve heyecanını gizlemeye çalışarak bekledi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Namego Salonu’nun kapısı açıldığında içeride büyük kan ustalarından 6’ınında hazır olduğunu gördü. Bleack Ayinine özgü siyah kukelatalı özel kıyafetlerini giymişlerdi. Namego Salonu diğer adıyla Büyük Salonu ilk defa “milenyum gecesinde” kan ayini sırasında görmüştü. Erkan, çok önemli konular dışında yüzyılda bir açılan –yüzyıl dönümünde sadece- bu salona kolayca girilemeyeceğini iyi biliyordu.

Küf kokulu, duvarları tamamen kuarzdan yapılmış, döşemeleri lila taşından özenle yerleştirilmiş bu büyük salonda büyücülüğün ve büyünün başından beri var olan her türlü nesne, eşya, malzeme ve sunak bulunurdu. Salonun tam ortasında "ölüm ağacı "adı verilen bir ağaç sürekli kanla beslenen ve sulanan bir platforma yerleştirilmişti. Salonun kubbesine doğru uzanan gövdesi kubbeyi de kırarak gökyüzüne doğru uzanıyordu sanki ama dışarıdan bakıldığında kubbenin dışına taşan gövdesi asla ölümlü gözler tarafından görülemezdi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Salonun diğer köşesinde bulunan ve kurban ayinlerinin yapıldığı sunağın önündeyse, simyacıların deyimiyle, "inmobiculus çemberi", mevcuttu. Her bir yana, bir sürü üzeri örümcek ağlarıyla kaplanmış pek çok metaryelin olduğu, büyücülük sanatında kullanılan yüzlerce eşya, ifrit ve cinlerin hapsedildiği aynalar, pek çok doğa üstü olayı kontrol etmekte kullanılan araç gereç özensiz bir düzenle salona yerleştirilmişti.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Özel ulaklardan iki tanesi 6 kan ustasının yanından kendisine doğru yaklaşıp Büyük Ustanın yanına kadar kendisine eşlik ettiler. Erkan, hala kalbinin hızlı hızlı çarpmasını kontrol etmeye çalışıyordu. Salonun derinliğini dolduran soğuk atmosferine rağmen; yaz gecesindeki bol yıldızları andıran mumlar Erkan’ı biraz kendisine getirdi. Ulaklar; Büyük Kan Ustası'nın yanına kadar getirdiklerinde Erkan'ı; yavaşça eğilip geri geri çekildiler. Erkan; Usta'nın karşısında , Ramtha Tahtında oturan Rahan’ın önünde geldiğinde; selam verip eğildi yerlere kadar.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩ ( devam edecek)

B'ölüm -35- (34.bölümden devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXXV-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(Bölüm 34'den devam)

Birileri için önemsiz sıradan olan herhangi bir şey başkası için çok önemli ve değerli oluyordu demek ki. Bir başka açısı ise tiyatro kuramcısı olan Stanislawski’nin sözünü anımsattı ona. "Eğer perde açıldığında sahnede bir silah var ise; son perde kapanana kadar o silah mutlaka kullanılacak demektir."

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

"Acaba.." dedi içinden kendi kendine,"karşılaştığımız en küçük önemsiz şeyler dahi hayatımızın her hangi bir bölümünde yada zamanında bir şekilde karşımıza yeniden çıkıp asıl önemlerini o zaman mı ortaya koyuyor?"

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sercan'ın dünyası, yani anlamlar dünyası iyilik, güzellik, doğruluk gibi sıfatsal anlamları içerdiği kadar, kötülük, yanlışlık,çirkinlik gibi anlamları da içinde barındıran bir dünyaydı. Sercan'ın yaşadığı anlamlar dünyasındaki soyut evi, iyilik güzellik,hakikat, doğruluk gibi anlamsal olarak birbirlerini besleyen ve destekleyen sıfatların birleştiği aşk okyanusu kıyısında, bir vadinin tepesindeydi. Bun unla birlikte okyanusa kıyısı olan bir başka vadi vardı: Benlik Vadisi..Bu iki vadinin sınır çizgisini "seçim" kelimesinin anlamıyla ayrılan bölgesinde iki küçük patika vardı. Biri doğruca kişiyi Sercan'ın bulunduu yere diğeri ise " kaybolmuş yolun unutulmuş harfler patikası" adında oldukça tehlikeli bir yoldu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Anlamlar dünyasındaki en tehlikeli 3 bölgenin içinden geçen bir yoldu orası. Tıpkı her iki yanı da uçurumlarla çevrili çürümüş ahşap bir asma köprüden karışıya geçmek gibiydi. Bu bölgelerde vahşi , kıvrandırıcı, süründürücü, işkenceci kelimeler, anlamlar, her türlü çirkin ve kötü kelime ve anlamları yolunu kaybetmişleri kendilerine çekip tamamen sindirebilmek için sabırla beklerlerdi. Her daim mutlaka pusuları ve tuzakları mevcuttu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sercan; bir keresinde çok da farkında olmayarak bu bölgeye düşmüpş, nasıl olduğunu bile göremeden "biri"tarafından açıkca kurtulmuştu. O "birinin" kim olduğunu ve nasıl kurtulduğunu hafıza dolabını zoırlasa da anımsamıyordu. Geri dönülmesi mümkün olmayan bir yerden ve beladan, anımsayamaıdğı biri tarafından anımsayamadığı bir şekilde kurtarılmıştı ve alabak'çayı da o süreçte- yine anımsamadığı bir biçimde- öğrenivermiş, o yasak dilin neredeyse tamamına vakıf oluvermişti. Bildiği tek şey buydu. Alabak'ça insanlara dair bir dil olmadığı gibi, içerdiği anlamlarda da, insanların dünyası için oldukça tehlikeli bilgiler mevcuttu . Alabak'ça , “zehirli ateş”ten yaratılmış cinlerin ve ifritlerin diliydi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Abalakçada ki seslerin , kelimeler ve anlamların titreşimi ve frekansı , harflerinin tutunduğu anlamların kesifliği, gücü, negatifliği; dünyada Harut ve Marut adındaki iki meleğin cezalarını çekmeleri için dünyaya gönderilmesiyle; ilk defa dünyada kullanılmaya başlamıştı. Genelde büyü yapmak için kullanılır, harflerin ve anlamların enerjileri ,eylemleri,oluşumları, zamanı tutma eğip bükme hatta kırma gücü bunları taşıyacak cin köleler üzerinden yapılabilirdi. Cinlerin çoğu bu dilin kelimeleri ve anlamlarını bilen insanlar tarafından kullanılabiliyordu. Ve çok nadir de olsa çok çok güçlü ifrit denilen yaşlı bilgin kötü cinler tarafından . Şeytan ve birinci kuşaktan 7 kuşağa kadar çocukları tarafından yani.

“Bu sembolü siz nasıl ele geçirdiniz?” dedi Sercan ikisinin de akıllarının oldukça karışmış olduğu kolaylıkla anlaşılan yüzlerine bakarak..
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑ (devam edecek)

B'ölüm -34-(33. Bölümden Devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXXIV- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(B'ölüm 33'den devam)

Sercan, bir harfi tanıyıp söylemenin karşısındaki bu iki insanın yüzünde hayalet görmüş şaşkınlığı oluşturacağını bilseydi asla çenesini açmazdı. Ekremle birbirlerine dönüp bir süre şaşkınlığı hazmetmeye çalıştılar sessizce. Sercan gözleriyle bir ervine bir de Ekreme bakıyordu. Kendisini köşeye sıkıştırılmış ve baskılanmış hissediyordu. Her yerde her doğruyu söylememenin neden doğru olduğunu bir kez daha anlamıştı ki Sercan..
“Lütfen söyle, bu dili nereden biliyorsun? Bu dil unutulmuş dillerden biriymiş ve de Eva, Fransa’daki Crm‘deki dostumuz Eva bile bu dili dünyada bilen 3-4 kişi olduğunu söylüyor . ama kimler ve nerede bulabileceğine dair en ufak bir fikri bile yok . Yani sen bu dili nereden biliyorsun?”
Sercan, “bunu size söyleyemem ama bu dili biliyorum. Hukato; tehlikeli uyarı anlamına geliyor. “

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Bir süre daha sessiz kaldılar Ervin ve Ekrem. İkisi de derin düşüncelere dalmış görünüyorlardı. Ekrem çayından bir yudum alarak Ervin’e dönüp, “sence denemeli miyiz? “ diye sordu. Ervin başıyla sessizce onaylayıp,” başka şansımız yok, zaten ne kaybedebiliriz ki?” dedi. Ardından Sercan’a dönüp,“Bu dille ilgili biraz daha bilgi verebilir misin dedi..lütfen? “..Sercan son kelimedeki sesin tonundan gerçekten de yardıma ihtiyaçları olduğunu anladı. Gülümsemeye çalışarak ,” elbette.. Size yardım etmek beni de mutlu eder. “ durdu bir nefes aldı “Aslında bu dili dünyada bilenlerin 3-4 kişi bile olması ilginç. Unutulmuş bir dil ve aslında kökeni kimsenin bilmediği bir zamana kadar gidiyor. Toplamda 8 harfleri vardır. Ama bu harfler yada semboller 40 ayrı harfin birleştirilmesiyle oluşuyor. Yani toplamda bütün hepsi şu anda dünyada kullanılan dillerdeki alfabelere göre 120 ana harften oluşuyor. Normal harflerden başka bu harflerin 40 tanesinin birleşerek 8 ana sembolü oluşturuyor. Yani o senin çizdiğin hukato bu cem harflerin –birleşik harflerin- bir tanesi. Genelde tehlike,uyarı, emir ve yasaklar hakkındadır. Bu uyarının devamında hangi konu ile ilgili uyarıldığı açıklanıyordur sanırım.”

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sustu Sercan. Bu kadar açıklamayı nasıl yapabildiğine kendisi de şaşkındı oysa. Kendi dünyasındaki keşif gezilerinden birinde kaybolmuş yolun unutulmuş harfler patikasına düşmüştü yolu. Orada üzerine basıp geçtiği o dar ama keskin patika da bu ana sembollerden harflere atlarken anlamlarını da kendisine dahil edivermişti. Ne garip diye düşündü, kendisi için sadece tesadüfen girdiği kaybolmuş yolda kendisine karışan ve hiç önemsemediği bu bilgiler nasılsa bu dünyadaki bu iki yeni arkadaşı için hayati önem taşıyordu sanki.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑( Devam edecek)

(NOT: Rahatsızlığım dolayısıyla -sanırım soğuk algınlığı- yazıların tarihsel seyrine dikkat edemeyebilirim. Anlayışınızı eksik etmezseniz çok sevinirim. Kısa sürecek olan bu ara vermede umarım bana dua etmeyi ihmal etmezsiniz. Saygılarımla Güneş Ener.)

B'ölüm -33- (32'den devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXXIII- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(B'ölüm 32'den devam)

“Nerde okuyorsun, yani bölümün ne “diye sordu Ekrem. “Benim psikolog olmama 2 ay kaldı.” .
“Evet gurubumuzdaki en yaşlımız O‘dur . Ama hepimizden daha çocuktur ayrı konu “dedi Ervin lafa karışıp. Ekrem, “hiç de öyle değil, o bir kazaydı “diye karşı çıktı Ervin'e. Ervin ona yanıt verdi ve bir süre kendi aralarındaki tatlı tartışmayı esprili atışmayı seyretti Sercan.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

İkisinde de gördüğü gözlemleyebildiği bir şey vardı. Çok tanıdık ve bildik bir şey derken, kelime tanıdık anlamdan kendini soyup ortaya çıktı” samimiyet”. "Bu ikisi çok yakın dost olmalılar" , diye düşündü Sercan. Düşüncesine dalmışken, iki yakın arkadaş Sercan’a soru sorduktan sonra cevabı duymayı bir yana bırakıp, kendilerine döndüklerini anımsadılar.
Durup Ekrem gözlerini özür dilercesine eğdi ve ince bir tonla ,” kusura bakma , biz hep böyleyiz birbirimizi yeriz ne zaman bir araya gelsek. Evet sen nerede okuyorum demiştin?”
Aslında “dedi Sercan.. “İş arıyorum..Okulla pek ilgim yok. Şehre henüz geldim. Kendi dünyamda .şey yani kendi ülkem de dilbilim akademisinde okuyordum .” Bunu birden bire söyleyivermişti.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

“Dilbilim akademisi mi? Nerde burası Azerbaycan felan da mı? Böyle garip bölümler nedense hep Türk cumhuriyetleri üniversitelerinde olur “dedi Ervin yine karışıp söze.
“Ne işi arıyorsun yani nasıl bir iş “diye sordu Ekrem ..

Sercan, kendisine dair net sorulara karşı hazırlıksızdı. Karşısında ve hemen yanında oturan bu iki dostun kendisine yönelttikleri dikkatlerinin altında şüphe uyandırmak ve onların kendisinden uzaklaşmasını istemiyordu. Yalan söylemek ? Bu tavırla da ilk defa karşılaşıyordu Sercan. Doğruyu söylememek de yalan söylemekti işte apaçık , gerekçesi ne olursa olsun . Ama her doğruyu her yerde söylemenin de doğru olmadığını biliyordu. O yüzden Ervin’in kendisi adına sunduğu bu cevaba şimdilik itiraz etmeyecekti.

“Nasıl bir iş olursa olsun ..Sadece aradığım şeyi bulana kadar burada olmalıyım . Bulana kadar da yaşamak için gereken ihtiyaçlarımı karşılayacak kadar kazandıracak herhangi bir iş olur, “dedi Sercan..

Şehirde yabancısın, ama türkçeyi iyi konuşuyorsun,yaşına göre çok akıllı ve bilgilisin..Dürüst birine benziyorsun ki bu konuda sezgilerim çok keskindir,ve zengin olma hırsıyla değil sadece amacına ulaşmak için gereken kadarına razı oluyorsun “ dedi Ervin. Son kelimeyi dönüp Ekreme söyledi, sanki düşündüğü şeyin aynını Ekremin de düşündüğünü bildiğini göstermek istiyordu. “Evet “dedi Ekrem “Ervin haklı.”

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

O’nu aramakla bulamazsın ama bulanlar gene de arayanlardır”dedi Ervin. “Beyazıd-ı Bistami'nin sözü. Gerçi burada kast edilen iş değil ama sen; her ne arıyorsan, bil ki araman bile bulacağının bir delili..Karşına ne çıkarsa çıksın yılma ve de aramaya devam et inşaAllah her şey güzel bir şekilde inandığın şekilde olur. “
Gülümsedi Sercan “sağ olun
“Seninle tanıştığımıza sevindik Sercan” dedi Ervin kalkmaya hazırlanırlarken. Sercan'da gülümsedi. Garson hesabı almaya davranıyordu ki Ervinin telefonu çaldı, duraladılar.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Ervin telefonu açmadan hemen önce Ekreme ,” Eva” dedi, heyecanla. Konuştukça yüzü önce gerildi ardından da üzüntüyle konuşmaya devam etti bir süre. Ekrem de kulak kesilmişti telefon konuşmasına…O da tıpkı Ervin gibi önce sevinçle neşelenen yüzüne konuşma devam ettikçe duralayıp hüzüne ve sıkıntılı bir ifadeye bırakmıştı. Ervin telefonu kapadıktan sonra
Biraz daha oturalım mı “ diye sordu Ekreme . Ekrem başıyla onayladıktan sonra Sercan’a döndüler. Sercan “çok mutlu olurum “dedi . Yeniden kalktıkları gibi oturdular. Yeni kahve ve çay siparişlerinden sonra konuşamaya devam ettiler Sercan’ın orda olmasına aldırmaksızın.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Peki şimdi ne yapacağız? Eva tek umudumuzdu .Çok önemliydi Onun bu metni çözmesi . Ama Eva bile çözümleyemediyse sanırım dünyada kimse onu çözümleyemez..Gerçi üzerinde çalışıyor olması zayıfta olsa bir ihtimal sonuca ulaştıracak bizi ama.. bu olmamalıydı.”
İkisi de susup Ervinin deftere çizdiği sembole bakıyorlardı.

Hukato” dedi Sercan..İkisi de daldıkları düşüncelerden sıyrılıp Sercan'a döndüler. Sercan gülümsemeye çalışarak “Şey.. Yani.. Çizdiğin harf. Hukato harfi..Demek alabakça biliyorsun.”

Alabakça mı? O da ne? Sen bu dili biliyor musun” diye sordu şaşkın gözlerle Ervin.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (devam edecek)

B'ölüm -32-

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑


B'ölüm -XXXII-


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

“Biliyor musun, Doktor Eko, yani arkadaşım bana; ’kendi kendinle konuşursan sana deli derler ama kendi kendinle konuşacağın şeyleri yazarsan sanatçı olursun’ demişti.", dedi gülümseyerek.
“Yine de bazen bilmek pek de iyi olmuyor. Ne diyordu Sartre “bilmek lanetlenmektir!”..
Sercan;"Bu Sartre; 'Cehennem başkalarıdır!', diyen Sartre mı ?", diye sordu. "Hey, Sen existansiyalizmi biliyorsun ?"


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Ervin konuşurken not defterine sürekli bir şeyler karalamayı severdi. Genelde konun içeriğine göre değişirdi karaladıkları. Bazen bir cümle yazardı aklının kıvrımlarında gezen bazen ise bir şekil çizerdi. Psikoloji de mutlak surette karşılığı olduğu bilinen şekillerden farklıydı genelde ama.
“Varoluşçuluğu mu? Biraz..çok fazla değil” dedi Sercan omuz silkip. Başına ne geldiyse Felsefe bahçesindeki bu Heiddeger Çiçeğini merak edip, kokusunu algısına çektiğinden gelmişti. O çiçek ve kokusu yüzünden ,"Ben varım, neden varım, burası neresi,kimim gerçekte ?" ve benzeri sorular sürekli algısını kemirmeye başlamış, günlük keşif gezilerine böyle başlamıştı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

“Biliyor musun şiire nasıl başladım ilk? Çünkü söz vardı hiçbir şey yokken ..Yüce Yaratıcı “Kün” yani ol”, diye buyurdu ve her şey ol'du. Sözün eşlik ettiği şeyin ses olduğuna dikkat ettin mi? Ses ile söz sanki birbirinin halleri gibi. İlginç değil mi ? Demek ki varlığın ilk olarak maruz kaldığı iki şey söz ve ses.. Tıpkı anne karnındaki çocuğun hücre olmaktan çıkıp insan olmaya başladığı anda duyduğu annesinin ve kendisinin kalbinin sesi gibi.. Belki de gerçekten de müzik ciddi anlamda bir ruh anahtarı, bilmediğimiz yanlarımızın konulduğu sandıkların içindekileri ortaya çıkartan? Ne dersin?”
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
“İyi akşamlar Ervin” dedi sarışın, mavi gözlü, Brad Pitt'i andıran yakışıklı yüz. Yüzün devamında uzun boylu, gençten biri duruyordu Ervin yaşlarında...
“Hemen arkadaş edinmişsin yine?”
“Hoş geldin Eko. Bu; Sercan , aynı masaya tesadüfen oturmak zorunda kaldım ama iyi birine benziyor ve Sartre okumuş. Daha da iyisi keşke wittgenstein okumuş olsaydı “
“Selam ben de Ekrem, arkadaşlarım bana Doktor Eko der “dedi sercanla tokalaşırken yeni gelen genç…
” Merhaba ben de Sercan” dedi uysal bir tonla. Kendisine uzatılan bu elide sıkarken dostça, bir yerlerden onu da tanıyormuş gibi hissetti. "Eğer bir şey bir kere olursa tesadüftür, ama iki kez olursa üst üste bir üçüncüsü mutlaka olacaktır", diyen Murphy kanunlarını anımsadı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Gerçekten de rüyasındaki gibi buraya gelmesi ilginç olayların başlangıcına işaret ediyordu sanki. Ekrem sercan’ın tam karşısına geçip oturdu. Şimdi aynı masanın 3 yanında, eşkenar üçgenlerin açısıyla birbirlerine eşit uzaklık ve yakınlıktaydılar.
“Hipotenüs hanginiz “dedi garson, kendince espri yapmaya çalışarak.
” Üçgen gibi oturmuşsunuz. Bakın siz de sürekli üçgen çizmişsiniz “dedi Ervinin not defterindeki karalamalara işaret ederek garson.
Birbirlerine baktılar şaşkınca. İnsanların ilgileri olmayan işlere burnunu sokması eskiden beri açıklanabilir bir olgu değildi hiç birine göre. Garsonun başlarında birden bire bitivermesini O pulitzer ödüllü fotoğraftaki Akbaba'ya benzetti Ervin. 1994'te fotoğraf dalında Pulitzer ödülü kazanan Kevin Carter`ın çektiği fotoğraf, zayıflıktan ölmek üzere olan siyah küçük kız çocuğu ile yakınında tüneyen akbabayı yansıtmaktaydı.Bu ânı fotoğrafladıktan sonra akbaba kaçmış, ancak Carter küçük kıza kampa ulaşması için yardım etmemiş, oradan uzaklaşmıştı.*(Bknz Resim)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Siparişlerini verdikten sonra Ervin, "Söz tehlikelidir..Şiir ise daha tehlikeli..Öyle ki kalpten kalbe oluşturulan körpü dilden dile oluşturulmaya başlar."
Ardından hınzır çocukların yaptıkları yaramazlıktan sonra aldıkları hazdan neşelenmeleri gibi keyifle gülümseyip, ardına yaslandı.
Ervin artık üçgen çizmiyordu not defterine. Farklı bir şekil, daha doğrusu bir sembol gibi ilginç bir “şeyi” resmetmeye çalışıyordu. Şekle dikkatle bakarken ;
”Sercan bizi dikkatle inceliyorsun. Sanki bu dünyadan değilmişsin gibi yahut başka bir zamandan gelmiş gibisin “dedi Ekrem Sercan’a.
“Aslında “dedi Sercan, bir an için onlara yeni tanışmış olsalar da bütün olup biteni bir çırpıda anlatmayı düşündü, ancak, daha sonra bunun için henüz erken diyen içindeki sese, sezgiye uyup toparladı cümleyi, “bende sizin için aynı şeyi söyleyecektim. Ve bir de..hmm bu aralar psikolojiyle ilgili olarak araştırma yapıyorum, konu insan tipolojileri, kişilik çözümlemeleri işte “diye ekledi gülümseyerek.
Bu iki yeni tanıştığı insanın içine sıcak bir mutlulukla doldurduğunu fark ediyordu paylaştıkça.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑( devam edecek)

B'ölüm -31- (Bölüm 30'dan devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXXI-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(Bölüm 30'dan devam)

Bir yerlerde okumuştum “şiirin içindeki su sözcüğü şiirin içindeki ateş sözcüğünü söndürebilir” dedi Sercan Ervin’e. Daldığı geçmişinden , anıların kendisini çağırdığı sirenin büyülü etkisinden sıyrılıp çıktı Ervin. Dikkatini şimdi’sine çevirdi ve yeni tanıştığı ilginç çocuğa odaklandı. Kafede çalan müzik değiştikçe Sercan’ın ruhundaki gel gitlerde değişiyordu sanki. Seslerle ilgili, müzikle ilgili, bu tuhaf duygu durumu hakkında daha fazla düşünmesi gerekiyordu. Ervin Sercan’ın müzikten etkilenişini okudu yüzünden..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

“Müzik hoşuna gidiyor?” dedi bal rengi gözlerini iri iri devirerek ..
”Evet", dedi Sercan. "Seslerin bu şekilde; farklı matematiksel dizilimleri, gerçekten garip bir his uyandırıyor insanda. Ne tuhaf şu ana kadar içimde bilmediğim ama hoşuma giden bu hali matematiksel ses diziliminden keşfediyorum”

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

"Bu müzik özellikle elektronik müzik de ondan." dedi Ervin. Ardından büyük açıklama yapmaya hazırlanan askeri komutanların ciddiyeti yüzünde anlatmaya koyuldu:
" Aslında sana şöyle açıklayabilirim;Son yıllarda özelikle Türkiye'de de hız kazanan bir ivmeyle artan elektronik müziğin sadece müzik olmaktan çıkıp bir yaşam tarzına dönüşmesi dışında modern insanın “kendini bilmeye” yönelik arayışına yeni bir alternatif getirdiğini söylüyorlar.Özellikle kozmopolit şehirlerde yaşayan modern dünya insanı; varoluş esrarını aydınlatmak için aradığı yanıtları ve “huzura erme” yolunu bu kez elektronik müzikte bulmaya çalışıyor. İlginç değil mi?

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Bir araştırma yapılmıştı,York üniversitesinde. Araştırmaya göre Yerkürenin kendi çevresinde dönüşüyle yaydığı sinerjiyi oluşturan salınımın 4.7 mhz olduğunu ve elektronik müzikteki kalıpların bu salınıma yaklaşmasıyla, bireydeki stresin azalıp, öz bilincini aşmasına yardımcı olduğunu belirtildiği gibi, aynı şekilde uzaklaşmanın da stresi artırdığının ispat edildiğide yer alıyordu araştırmada. Schuman’ın yaptığı bu araştırmada; kişiyi rahatlatan ritim ve vuruşların “zikir”le benzeşen etkilerinin olması da ilginç. Hani tasavvufta vardır ya sürekli zikirler? Allah'ın c.c. Esma'i Hüsna'sı. Bu durumu ,” Arapça bilmeyen birinin Arapça kelimeleri sürekli tekrarlamasıyla sesin bir ritim oluşturduğunu ve bu oluşan ses ve tınının beyinde “üst bilinç” denilen mekanizmayı harekete geçirildiğini , böylece huzur ve hatta vecd hali hissedilebildiğini ifade etti. Özellikle kozmopolit şehirlerde yaşayan kişilerin teknolojinin sarmaladığı ve zaman zaman boğduğu bu dünyadan uzaklaşmak için elektronik müziğe yönelmiş olabileceklerini, bu nedenle elektronik müziğin sadece ülkemizde değil tüm dünyada moda tabiriyle “trend” olmasına yol açtığına bağlayabilirim pekala. Uzmanlarda Dj’lerin dinleyicilerin ruh hallerini sezip bireyleri kolektif bir arınışa doğru yönlendirmesi yeni bir “spiritüel” arayışın “mürşitleri” olarak tanımlamak mümkün.. YAni bir nevi müzikle kendilerini dinleyen kitleyi "Vecd "haline getiren Mürşidler yahut yine müzikle toplulukları etkileyen eski dünya şamanalrının modernleri gibi denilebilir. Böylesi bir konu umarım sana ağır gelmedi hı?"

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sercan “gerçekten çok ilginç “ dedi . Bu kadar çok şeyi bilmesine şaşarak yeni arkadaşının..Oysa "bilmek ", Ervin’in sığınağıydı sadece. Hayatın gerçekliğinde yaşanan uçurumlardan bir bilinmezliğe ister istemez düşmek zorunda kalan Ervin de; herkesin hayatı tanırken yaptığı gibi kendisine saklanıp kaçabileceği bir sığınak yeri hazırlamıştı. Küçükken çadırıydı bu, babasının ölümünden sonra ise “bilmek” olmuştu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Kişiler kendilerini kendileri dışındaki her şeyden ve herkesten sakınıp saklayacağı bir güvenli mağara edinir. Kimileri için müzik olur bu kimileri için fanatiği oldukları bir futbol kulübü, kimileri için şiir,yazı kimileri için güzellik,kadın, alkol..Dava olur, inanı olur, ırk olur mezhep olur kısaca pek çok kılığa dürülüp bükülür. Oyunlar bu mağarada çırılçıplak dolaşan ruhlarla dışarıdaki tehlikelerle dolu yaşam ormanının arasındaki güvenli geçiş bölgesini oluşturur.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞ (Arkası yarın)

B'ölüm -30-(29'dan devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXX-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(29.bölümden devam)

Türkiye’ye taşındıktan sonra Ervin ve ablası için hayat hiç kolay olmadı ..Tıpkı annesinin ve babasının hayatının da kolaylaşmadığı gibi. Anne, Refika Hanım, hemşirelik olan görevi için bir devlet hastahanesine atandı. Baba Ali Bey ise arkeoloji müzesi keşif ve araştırma departmanında işe başladı. Türkiye’deki Türklerin kendilerini karşılaması ise Almancılara yaptıklarının bir benzeriydi. Bulgaristan’da Türk oldukları için gördükleri önyargının, zulme kaçmayacak kadarı bile olsa, benzerini Türkiye'de, Bulgar göçmeni olarak görüyorlardı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Farklı iki kültürün alışkanlıkları arasına sıkışan Ervin ablası Esen'in aksine içine kapanıp, hayal gücünü eşeleyerek kendine yeni bir dünya kurmakla geçiriyordu günlerini. Okulda sessiz sakin göze batmayan bir öğrenciydi ama hiç arkadaşı yoktu. En sevdiği şey ise babasıyla birlikte arkeoloji müdürlüğünün görevlendirdiği kazılara ve keşif gezilerine gitmekti. İki ayda bir 3-4 kez düzenlenen bu keşif gezilerine babasıyla katılmasının tek koşulu, gezilerinin tarihinin hafta sonuna denk gelmesiydi. Bu iki günlük bir tatil gibi görünse de Ervin için tatilden çok daha fazlasıydı.

Özellikle mağaralar çok ilgisini çekiyordu Ervin'in. Mağaralarda çok tehlikeli bir korsanın sakladığı çok ama çok zengin olacakları, o kimselerin bilmediği hazineyi bulacaklarını hayal ediyordu. Babası 10. yaş gününde annesiyle birlikte kendisine içinde küçük bir de uyku tulumu olan çadır hediye ettiğinde dünyalar sanki onun olmuştu. Odasının ortasına çadırı kurup yatağında yatmaktansa çadırda yatma başlamıştı. Annesi ara sırada söylense de bilmiyordu ki bu çadırın içinde en güzel şekilde hayal edebiliyordu, bulacaklarına inandığı o korsanın hazinesini..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Babası keşif gezileri için bazen uzaklara gider 3- 4 aya kadar süren bir ayrılıkları olurdu. İşte o zamanlarda Ervin kendini yemek yemeğe verir, ruhu tenhalaşır, ablasının alaylarına maruz kalmamak için gizli gizli “Kanat” adını verdiği çadırında ağlardı.

Günler her zamanki sıradanlığında devam ederken 16 yaşını 4 ay kadar geçmişken babasıyla son bir keşif gezisine katılmıştı. Babası Ervin’in dillere karşı olan merakını ve yatkınlığını görüp onu bu konuda şevklendirmek için sömestr tatiline denk gelen keşif gezisinde yanına almıştı.

Ervin çok mutluydu. Babasının yokluğunda sürekli okuyor ve arkadaşı olmamasına rağmen kitap okurken yalnızlık hissinin kavuruculuğunu fazla hissetmiyordu. Okuduğu kitaplar genelde babasının araştırma notları ve işiyle ilgili olan unutulmuş , kullanılmayan diller, mağaralar, arkeoloji odaklı kitaplardı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

O gün babasıyla birlikte gideceği bu güzel gezinin hayatını nasıl değiştireceğine dair en ufak bir bilgisi yoktu.İnsan hayatını alaşağı eden bütün değişimler sezdirmeden gelirler. Çünkü kendilerini güzel olayların ardına saklamayı çok iyi becerirler.
Ervin erkenden uyanmış, bütün malzemelerini sırt çantasına doldurmuş gitmeye hazırdı. İçini ılıtan sabah melteminin esintisinde baharı müjdeleyen günaydın serçelerinin cıvıltılı şarkılarına “size de günaydın” diyerek yanıt verdi içinden. Yüzünü dolduran tebessümün çenesindeki küçük çukuru ortaya çıkartması ileride yetişkin olduğunda oldukça yakışıklı ve çekici bir yüzü olduğunun işaretini veriyordu. Çevresinde pek kimse olmamasına ve okulda kimseyle arkadaşlık yapmamasına rağmen kızların oldukça beğenip ilgisini çekmek için birbirleriyle yarıştıkları biriydi Ervin. Ancak onun bu tür şeylerle kaybedecek zamanı yoktu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Aradığı istediği beklediği daha önemli şeyler vardı kendisine göre. Öncelikle kendisini bulmak keşfetmek tıpkı babası gibi dünyanın mantosu altına saklanmış gizemlerin çağrısı; sivilceli ergen kızların düşük omuzlu kaçamak bakışlarından daha etkileyici geliyordu ona. Babası da hazırlanınca çıktılar. Babasının Türkiye'ye geldiğinde aldığı arabası Brodway marka arabaya bindiler. Arabaların kokusunu seviyordu Ervin. Gözlerini kapatıp sabah güneşinin yüzüne vuran aydınlığında arabanın deri-benzin karışımı kokusunu içine çekti.
"Hazır mısın?" dedi babası? "Bu kez çok uzun senelerdir kimselerin girmediği bir mağaraya ilk defa girenlerden olacaksın. "

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑۩۞۩๑๑۩۞๑۩۞۩๑๑(devam edecek..)

B'ölüm -29- (28. bölümden devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXIX- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(28.Bölümden devam)

Okulda Ervin'in öğretmeni Maria Hanım dahil olmak üzere birden bire bütün Bulgar komşuları, arkadaşları, iş verenleri Türklere karşı tavır değiştirmiş, kendilerine önce vebalıymış gibi davranmışlar ardından da kendilerini tedavi etmek isteyen şefkatli doktorlar gibi davranıp, zaten kendi hakları olan pek çok konuyu; belli küçük “değişimler” karşılığında yapmaya başlamışlardı.

Eğer dışlanmak istenmiyorsanız isminizi değiştirecektiniz örneğin..Genel de bu isimler misyonerler tarafından seçiliyor, Türklerin ağırlıkta olduğu alanlarda taşkınlık derecesine varan zulümler baş göstermeye başlıyordu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Taşınma kararını almalarının asıl sebebi 2 sokak ötelerinde eşini ve iki oğlunu henüz çok genç yaşta kaybeden buna rağmen hayatta tutunmaya çalışan Fatıma Hanımın başına gelen olaydan sonra aldılar. 80’ine merdiven dayamış olsa da hala gücünü koruyan yaşadıkları köyün saygın yaşlılarından olan Fatıma Hanım isminin değiştirilmesine karşı çıkınca, Bulgar askerlerinin birinin dipçiğiyle herkesin gözü önünde öldürülmüştü. Köy bu haberle çalkalanırken küçük Ervin kendisine cebinde hep şeker taşıyan ve bütün mahallenin çocuklarının şeker nine adını verdiği o çok çok yaşlı kadının birden ölüvermesini anlayamamıştı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Şeker teyzenin toprağa gömülmesini bütün köylülerin katıldığı cenazesinde annesine dönüp “Anne şeker teyzeye ne olacak şimdi?” diye soruvermişti. Annesi gözündeki yaşı küçük oğluna göstermemeye çalışarak silerken gülümseyerek; " Allah’ın Cennete gitti” demişti.
“Anne cennet ne demek?"
Kadın kolayca kurtulamayacağını anladığından beş yaşındaki oğluna anlayabileceği bir şekilde anlatmaya çalıştı :
"Allah’ın bahçesi demek..”
Bir süre düşündü Ervin..Sarıya çalan kumral saçlarına vuran güneş ışığından gözlerini kısarak annesine;
“ Anne, Allah’ın bahçesinde portakal ağacı var mıdır?”
Gülümsedi Anne..
"Dünya da dahil bütün herkes ve her şey Allah’ındır zaten oğlum.”
"Biz de O’nun muyuz Anne?”
"Evet oğlum, biz de O’nunuz..."
" Anne, Allah çok mu zengin? Hem bu kadar çok şeyle ne yapacak? Bir sürü insan, hayvan, evlerle, çakıl taşlarıyla bir de o asker abi de O’nun mu anne?”
Annesi, Ervin'in; şeker teyzenin ölümünden sorumlu Bulgar askeri (Adı Georgia idi askerin)sorduğunu anlayınca hem oğlunu zeki buldu hem de yeni bir sorunun yanıtını bulamamaktan çekindi:
"Ervin çok soru soruyorsun"
"Ama.."

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Bakışlarıyla susması gerektiğini anlayan Ervin; bal rengi gözlerini toprağa devirdi önce, ardından da gittikçe tümsekleşen taze toprağın kokusuyla, bütün mezarlar tümsektir yaşayanlara zira, yüzüne çarpan rüzgarı derin derin içine çekerek yeni gömülmüş olan şeker ninenin mezarına baktı..Hava sıcak olmasına rağmen içinin bir yanı hüzünlüydü. O sırada hissettiği bu burukluğa bir isim vermemiş olsa da..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sezgileri Ervin’e doğuştan verilmiş İlahi bir hediyeydi. Çoğu zaman aklı ve şüpheci yapısı tarafından sezgileri çelmelense de enin de sonunda doğru seçeneği bulur,keşfederdi. Mezarlıktan uzaklaşırken Ervin annesinin duygularındaki değişimi de sezdi. Yanında yürürken sağı solu dikkatini çeken her şeyi incelerken meraklı gözleriyle bile aslında annesinin suskunluğu ardında sakladığı, dalıp giden gözlerinin ötesinde bir şeyler düşündüğünü hissedebiliyordu. Bu yüzden taşınmak için toparlanmaya başladıklarında ablası gibi ağlamadı.

Bütün gününü tavan arasında bir yerde düşürdüğü oyuncak ambulansını arayarak geçirdi. Bütün aramalarına rağmen bulamadığı arabasından dolayı alt dudağı üzüldüğü zamanlardaki gibi aşağıya sarkmış, gözleri buğulu buğulu sessiz sedasız Türkiye’ye girene kadar hüzünlü buruk halini bozmadı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Bugün bile hala aklına ne zaman oyuncak ambulansı gelse alt dudağı istemsizce aşağıya bükülür gözlerinde şeffaf bir buğu belirirdi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩ (arkası yarın )

B'ölüm -28- 27'den devam

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑B'ölüm -XXVIII-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(Bölüm 27'den devam)

Ervin bu hikayeye inandı çünkü hikayelerde sırlar vardır. Bu hikayede ki sır da kendisinin kulağına fısıldanmıştı. Sırrın varlığına olan inancını ise babasıyla birlikte gittiği bir mağarada bulduğu o garip “şey” ile perçinlenmiş, kendi kişisel macerası başlamıştı. Ervin bulgaristanda doğmuş olmasına rağmen türk olmalarından dolayı gördükleri baskı ve zülmler nedeniyle türkiyeye göç etmek zorunda kalmışlardı. Çocukluğuna dair yaşadığı hemen herşeyi gerisinde bırakarak. Büyüdüğü rutubet kokusunu annesinin yaptığı güzel yemeklerin kokusunun bastırdığı iki katlı küçük ama güzel o müstakil yaşlı evi, bahçesinde babasının kurduğu portakal ağcındaki salıncağı, o ağaca kış geceleri bakıp çıplak dallarının üşüyüp üşümediğini merak edişini, ablasıyla oynadıkları saklambaç, elim sende oyunlarını..Bir keresinde ağaca yuva yapmış olan kırlangıç yuvasının sonbaharın gelmesiyle birlikte göç eden kuşun terk etmesiyle bomboş kalmasını anlayamamışlığını…

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

İlk okulda annesine benzeyen güler yüzlü kızıl kıvırcık saçlı öğretmeni Maria’yı, çilleri yüzünden diğer çocukların alay ettiği koşu yarışı yaparken düşüp de dizini kanattığında bile ağlamayan içine kapanık arkadaşı Erkan’ı, komşularının ikiz çocukları Georgie ile Jeson'u , bakkalın sümüklü kızı Hülya’yı; babasının üçüncü yaş gününde kendisine aldığı kırmızı 3 tekerlekli bisikletini, beş yaşına kadar kendisine eşlik eden sonra tavan arasında bir yerde kaybettiği en sevdiği oyuncak ambulansını ve o oyuncakla ilgili düşlerini-ki hemşire olan annesin gibi o da büyüyecek ve de doktor olup oyuncak ambulansının gerçeğinde taşınan insanlara yardım edecekti-. Bir çocuğun çocukluğuna dair hemen hemen bütün alıştığı içinde yaşadığı küçük dünyasını, küçücük gövdesini saran o yarı efsunlu büyük atmosferini orada, zamanın ve unutuşun toprağında nefessiz gömerek bırakıp taşınmışlardı. Annesiyle babası taşınma işine gerçekten gereksinim duymuyor olsalardı taşınmayı akıllarından bile geçirmezlerdi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

XV.yydan itibaren Osmanlı İmparatorluğu, Bulgaristan’a Anadolu’dan gelen Türkleri yerleştirmeye başlamıştı. 1878. Önce Ayastefanos Antlaşması (geçersiz), daha sonra Berlin Antlaşması ile Bulgaristan, özerk devlet oldu.1908. Osmanlı İmparatorluğunda Meşrutiyetin ilanı ile Bulgaristan tam bağımsızlık kazandı. 1940. Bulgaristan, Türklerin çoğunlukta olduğu Dobruca’yı tekrar ele geçirdi. Bu bölgede, Türkçe konuşan ayrıca iki Türk kökenli azınlık daha yaşamaktaydı: Tatarlar ve Gagavuzlar (toplam 7000 kişi). 1984.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Jivkov yönetimi altında Türk azınlığa yönelik ilk asimilasyon programına başladı. Bulgaristan Türkleri zorla “Bulgarlaştırılma”ya başlamıştı. Önce Türk halka ve köylerine “has” Bulgar isimleri verildi. Sonra Türkçe isimler yasaklandı. Bulgar Devleti, Türkleri artık milli bir azınlık olarak tanımadığını ilan etti. Hükümetin iddiasına göre, Bulgaristan’daki Müslümanlar, Osmanlı tarafından zorla İslam dinine sokulmuş Bulgarlardan inmekteydi. Böylece Meriç’in her iki tarafında yaşayan Türkler tarafından kesinlikle onaylanmayan, resmi “Bulgar Türkü” tabiri doğmuş oldu. Nisan 1986. Jivkov yönetimi aşağıdaki tedbirleri aldı:

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

1. Türkçe isimleri Slav isimlerine çevirmek,
2. Kamu alanlarında Türkçe konuşulmasını yasaklamak,
3. Türk-Müslüman azınlığı, yaşadığı “karma bölgeler”den alıp Bulgarların çoğunluk olduğu bölgelere yerleştirmek (bu, Türk cemaatinin bütünlüğünü bozmaya yönelik bir tedbirdi),
4. İslam ibadeti özgürlüğünü kısıtlamak,
5. Türk azınlığa karşı sosyal baskı uygulamak (işsizlik) ve böylece Türkleri Türkiye’ye göçe zorlamak.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Bu tedbirler yaklaşık 1.5 milyon insanı madur etti. Bu insanların büyük kısmı dayatılan bu tedbirleri kabul etti. Bazı Türk entellektüelleri yetkililerle işbirliği yaptı. Diğerleri yasadışı direniş örgütleri kurdu. İşte bu örgütler, komünizmin düşmesinden sonra, şimdiki siyasi parti Hak ve Özgürlükler Hareketine (HÖH) dönüştü. 1989 yazı. İkinci asimilasyon programı, Türklerin kitleler halinde Türkiye’ye göç etmesine sebebiyet verdi. Yeni tedbirler Bulgaristan’daki muhalif hareketleri hızlandırdığı gibi dünya kamuoyunda yapılan eleştirileri de arttırdı. Bu yıl içerisinde en büyük Türk göçü dalgası yaşandı: Toplam 310 bin Türk, Jivkov yönetiminin asimilasyon kampanyaları sonucundan Bulgaristan’ı terk etmek zorunda kalıp Turgut Özal’ın kişisel gayretleriyle Türkiye’ye yerleştirildi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Bir çocuğun çocukluğuna dair hemen hemen bütün alıştığı içinde yaşadığı küçük dünyasını, küçücük gövdesini saran o yarı efsunlu büyük atmosferini orada, zamanın ve unutuşun toprağında nefessiz gömerek bırakıp taşınmışlardı. Annesiyle babası taşınma işine gerçekten gereksinim duymuyor olsalardı taşınmayı akıllarından bile geçirmezlerdi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑ ( arkası yarın)

B'mlüm -27-(26. Bölümden devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXVII-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(dünden devam)

Bu hazine, filanca şehre filanca kişinin evinde gizli, git onu al!" Derviş, ertesi sabah uynadığında bu gördüğü garip rüyasından bir hayli etkilenmişti. Ama sonunda ilginç bir rüya olduğunu düşündü ve güncel yaşantısına geri döndü. Aynı gece, aynı rüyayı yeniden gördü Derviş. Filanca şehirde, filancanın evine gitmesi gerektiğinin altı çizilerek. Üçüncü günde aynı rüyayı görünce Derviş, bunda bir hikmet olduğunu ve de mutlaka kendi şehrine çoook uzak olan o şehre gitmeye ve o şahısın evini bulup, kendisi için Allah'ın cc bahşettiği hazineyi almaya karar verdi. Yola koyuldu bu kararla birlikte. Uzun uzun günler ve geceler boyunca, soğuk,sıcak demeksizin yolculuğuna bütün sıkıntıları katlanarak devam etti. Soyuldu hırsızlar tarafından, gaspçılar tarafından eşkiyalar tarafından tartaklandı, aç ve susuz kaldı ama vazgeçmedi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Nihayet rüyasında kendisine söylenen şehre geldiğinde, aradığı şahsın evini de sora sora buldu ve o eve girdi. Şehir de ev de tıpkı rüyasında kendisine söylendiği gibi "var"dı. Bu cesaretini körüklemişti ve kazmayı evin tam ortasına vurup kendisi için hazırlnana ve haber verilen hazineyi çıkartmaya davranıyordu ki, bekçi çıkageldi. "Evimde ne arıyorsun bre hırsız mısın yoksa?" İzbandut gibi bir bekçinin elinden öyle bir dayak yedi ki derviş artık dayanacak gücü de kalmadığı için herşeyi anlatmaya karar verdi. "Ben hırsız değilim. Sadece bir rüya gördüm ve.." Başından geçenleri tek tek gözü yaşlı anlatmaya koyuldu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sözünü bitirdiğinde Bekçi yumuşamış bir tavırla Dervişe;" anlıyorum, hırsız felan değil de be adam sen aptalmısın? İnsan hiç bir rüyanın peşine takılıp da bunca zahmet, eziyet ,çile çeker mi? Ben de senin gördüğün rüyanın aynısını 30 senedir her gece görürüm, yalnız tek bir farkla ,"filanca şehirde, filanca kişinin evinde" , diye ama sabah uyandığımda rüyadır der unutum" dedi. Derviş, o anda öyle bir şey anladı ki, bekçiye sarılıp helallik alarak sevinçle kendi şehrine dönmek üzere yola koyuldu. Çünkü Bekçinin 30 senedir rüyasında gördüğü şehir kendi şehri, gördüğünü söylediği ev de kendisinin eviydi. Sırf bu bilgiyi anlamak için bile yaşadığı zahmetlerin hepsine kesinlikle değerdi"

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Ervin, Ne arıyorsan kendinde ara, demiş Mevlana dedi gülümseyerek. Sercan Mevlana ismini duyunca içinden , insanların kalbinin olduğu yerden ılık bir duygunun aktığını hissetti. Bu yüzden bu ismi hafıza deposuna kazıdı araştırıp öğrenmek için daha sonra.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Ervin'e dönecek olursak, O ;bu hikayeye inandı çünkü hikayelerde sırlar olduğunu biliyordu bir şekilde. Bu hikayede ki sır da kendisinin kulağına fısıldanmıştı. Sırrın varlığına olan inancını ise babasıyla birlikte gittiği bir mağarada bulduğu o garip “şey” ile perçinlenmiş, kendi kişisel macerası başlamıştı. O mağaranın kendisine has kokusu, karanlığı,dokusu, sesleri ve seslerin yankılanışı kişiliğini şekillendirken, kendisinin birden bire bulduğu o "şey"in hayatını bu kadar değiştireceğini bilmiyordu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩ (Arkası yarın)
"Sevgililer Günü dolayısıyla kitaptan bağımsız bir alıntı yapacağım, 14 gün, her bir gün için Divan-ı Kebir adlı eserinden Mevlana'nın Rubailerinden seçtiğim 14 maddeyi okuyuculara hediye edeceğim. Mevlana Hazretlerinin büyük aşkı, dostu, üstadı Şems'e yazıp adadığı Divan-ı Kebir, sırlarla dolu bir kitaptır. Ve sevgili'ye verilebilecek, sevdiklerinize verilebilecek, kendinize verilebilecek en güzel hediyelerden biridir..Sevgililer Gününüz kutlu olsun. Güneş Ener"

1
Ey gece, neşelisin, hep böyle neşeli gel, neşeli gel! Ömrün bitmesin, kıyamete kadar uzasın gitsin, dostun yüzünün güzelliğinden, hatırında öyle bir ateş var ki, ey üzüntü, eğer cesaretin varsa gel, benim hatırıma gir!
2
Ey yolcu; aklını başına al, seferin nereye? Hangi diyara gitmek istiyorsun? Nereye gidersen git, sen bizim gönlümüzdesin. Denizden uzak düşmüş bir balık gibi, o denizin gamını daha ne kadar çekeceksin? Kupkuru kalmış dudakların, ne zamana kadar denize hasret ve ayrılıktan şikayet incilerini aleme saçacak.
3
Bir kurnazlık sarhoş ederek, gibi kendimi oraya atayım, atayım da bakayım, o cihanın canı orada mıdır? Ya maksadıma erişeyim, o yurda ayak basayım, yahut da gönlüm gibi, başımı da vereyim, elden çıkarayım gitsin.
4
Sesin, gönlümüzün sesine, gönlümüzün huyuna uysun! Gece, gündüz neşelensin, söyledikçe söylesin. Sesin yorulunca, biz de yoruluruz, hasta oluruz. Sesin, kamış gibi sekerler çiğnesin, ballar yesin.
5
Aşık, bütün yıl sarhoş olmalıdır. "Ayıplayan olur mu?" diye düşünmeme-lidir. Aşık. coşkun olmalı, deli, divane olmalıdır. Ayıkken her şeyin tasasını çeker, gamını yeriz. Fakat olunca; "Ne olursa olsun!" der işin içinden çıkarız.
6
Omür tükendi ise Allah başka bir ömür verdi. Geçici ömür kalmadıysa, te şuracıkta tükenmeyen, ölümsüz ömür.. Aşk, hayat suyudur, bu suya dal! u denizin her damlasında başka bir hayat, başka bir ömür var.
7
Yazıklar olsun ki vakit geçti, bizse çılgın aşıkız, deli divaneyiz. Kıyısı belli olmayan bir denizdeyiz. Bir gemiye binmişiz, gece, bulutlu bir gece... Allah'ın denizinde Allah'ın lütfu ile, onun ihsan ettiği güçle, başarıyla gemimizi sürüp durmadayız.
8
Güzel sakîyi rüyamda gördüm. Şarab kadehini eline almıştı... Bu gördüğüm onun hayali idi. Ben hayaline dedim ki: "Sen onun kulusun, kölesisin, ama bizim efendimiz, sahibimiz olmaya da layıksın. Umarım ki onun yerine geçersin de onun gibi bize şarab sunarsın."
9
Bu aşk ateşi bizi pişirir, her gece harabata doğru çeker götürür. Başkası bizi bilmesin, görmesin, tanımasın diye, yalnız harabat erenleriyle bizi bir araya getirir, onlarla beraber oturtur.
10
Ey seher rüzgarı! Bize haber ver; sen geçtiğin yolda, o alev alev yanan, o ateş dolu, o sevda dolu gönlü gördün mü? 0 gönül, yüzlerce yalçın kayaları,graniti ateşiyle yaktı, eritti.
11
Efendim, sen bizi artık rüyada bile görmez oldun! Ta gelecek seneye kadar bir daha bizi göremeyeceksin. Ey gece; her dem bize bakıp duruyorsun ama, sen seherin aydınlığı olmadan bizi göremezsin.
12
Ey sevgili, geceleri gökyüzünde dolaşan ay senin çevreni bulamamıştır. Geceleri seni bulmak için uğraşana, dönüp dolaşana senin ayından armağanlar gelir. Her ne kadar şafağın çevresi, al yanaklı ise de, bu onun tabîi renginden değil, senin sapsarı yüzünün güzelliğinden mahcup oluşundan, utanışındandır.
13
Bir ömürdür ki, senin gül bahçeni görmedik. 0 mahmur, o insanın aklını başından alan nergis gözlerini seyretmedik... Vefa gibi halktan gizlenmişsin, nice zamandır ki biz senin güzel yanaklarını görmedik.
14
Ey dost! Dostlukta sana çok yakınız. 0 kadar ki nereye ayağını bassan, sevine sevine o yerin toprağı oluruz. Sevgilim, aşıklık mezhebinde reva mıdır ki, alemi seninle görelim de seni görmeyelim?
---------

**(Gene gel! Gene gel! Her ne isen olduğun gibi gene gel! Hakk'ı tanımıyorsan, ateşe tapıyorsan puta tapıyorsan gene gel... Bu bizim dergahımız, evimiz umutsuzluk evi değildir. Yüz kere tövbeni bozmuşsan gene gel!.
Tahran Üniversitesi profesörlerinden Firüzanfer merhümun Şemsî 1342 (1963) senesinde Tahran'da bastırdığı ve benim tercümeme esas teşkil eden Ruba 'î Dtvanı'nda ve bendenizde bulunan başka yazma ruba'îler arasında bulamadığım bu ruba'înin Hz. Mevlana'ya ait olmadığını soyleyenler varsa da, Mevlana'dan bahsedilen her yerde, her toplantıda sanki bu büyük velînin başka güzel şiirleri yokmuş gibi hep bu ruba'i tekrar edilip durulur. Kimin olursa olsun, bu ruba'î:
"Allah'ın rahmetinden ümit kesilmez. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (39/53) Ayet-i kerîmenin izahından ibarettir.
Hoşumuza giden "Yüz kere tövbeni bozmuşsan yine gel!" sözü, "Ümitsizliğe kapılma! Allah'ın rahmetinden ümit kesme!" manasına gelmektedir.
Yoksa Hz. Muhammed(s.a.v.)'in yolundan kıl kadar ayrılmayan Hz. Mevlana, tövbeyi sık sık bozmanın Hakk'a karşı küstahlık olduğunu elbette bilmektedir.
Çünkü bir hadîslerinde alemlere rahmet olan büyük ve eşsiz Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır: "Günah işlemekte ısrar ettiği halde günahlardan tövbe eden kişi, adeta Allah ile alay etmiş olur."
Yahya b. Muaz hazretleri de; "Ben tövbeden sonra işlenen bir günahı, tövbeden evvel işlenmiş yetmiş günahtan daha çirkin görürüm." diye buyurmuşlardır.
İran'ın yetişirdiği en büyük şairlerden Şîrazlı Hafız merhum da gönül kırmanın büyük bir günah olduğunu anlatmak için miibalağalı bir ifade ile:
"Kimsenin kalbini kırma da, ne yaparsan yap! Bizim şerîatimizde bundan başka bir günah yoktur." derken; "Gönül kırma da, her türlü kötülüğü yap!" mı demek istemiştir? Yukarıdaki ruba'îyi okurken bu husüsu da düşünmek gerekir. )

B'ölüm -26-

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXVI-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (Önceki bölümden devam)

Kendisine açıklama yapan genci bir yerlerden tanıyordu sanki Sercan. Nereden tanıdığını bir türlü anımsayamasa da, sanki onun ruhuna aşinaydı. Kendisine; gülümseyen pırıl pırıl gözlerle bakan 23 yaşlarında kumral, ne çok kısa ne çok uzun, orantılı boyu , atletik yapılı, yunanlıların olimpiyat atletlerine benzeyen sağlık ve dirimsellik çağrıştıran görünümü, masum bir çocuk simasından, bebeksi yüzü ile saçlarının kıvırcıklığı, yüzüne hareket getiren bu gencin, alelade biri olmadığını, yakışıklı, estetik olmasının ötesinde kişiliğinin derinliklerinde daha "özel" bir yanı olduğunu seziyordu . Ervin, yakası suni kürkten yapılma kahverengi pardösüsünü çıkartmadan önce çapraz astığı heybeyi andıran gece mavisi kadife çantasını, boynundan kurtarıp oturdu. Çantasından gümüş sigara tablasını çıkarttı, telefonunu ve sürekli yanında taşıdığı –çünkü ilhamın ne zaman geleceğini kimse kestiremezdi- not defterini çıkartıp masaya koydu. Ellerini birleştirip Sercan’la göz göze geldiler yine.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

“Seni ya tanıyorum yada birine benzetiyorum” dedi Sercan…

”JustinTımbırleng’e benziyormuşum. Belki oradan çağrıştırmıştır. Ama tanışmıyoruz. Emin ol, daha önce tanışsaydık anımsardım seni, hafızam iyidir. Ha, bu arada adım Ervin” dedi genç.

“Ervin?”, diye sordu merakla Sercan,ilk defa duyduğu bu ismi yinelerken. Kendi dünyasında da yeni kelimeler ve anlamlarla karşılaşması ona hep heyecan verirdi. Öğrenmeyi sevmek yeni anlamları kendisine dahil etmek her zaman hoşuna gitmişti.

” Evet , Ervin.. Dost demek. İçinde sadakat, derinlik ve tutkulu bir aşk gizli ismimin. Bulgarca bir sözcük. Bulgaristan göçmeniyim de. “ Bende Sercan” dedi.. ”Bende göçmen sayılırım..Yani göçmenim”..
Göçmen, göçebelere verilen , asıl bulundukları, var olup yaşadıkları yerden, başka bir yere göç edip taşınmak zorunda kalan kişilere verilen isimdi ve Sercan’a göre kendisini bu dünyada en iyi tanımlayan kelimelerden biriydi. Ayrıca justin tımberlenk’in kim olduğuna dair de en ufak bir fikri yoktu.
๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Ervin; “ Okuyor musun? “ diye sordu rahat bir tavırla.
“Evet ", dedi Sercan anlamını yalnızca kendisinin bilebileceği bir gülümsemeyle yanıtlarken Onu. "Evet, okuyorum... Yani okumak işim, gücüm, hayatım..”
Masada duran defterine iliştirdiği kalemi kurtarıp el alışkanlığı ile bir şeyler karalamayı seven Ervin yanıtladı Sercan’ı. “Hey , ne güzel . Ben de yazarım. Beni de okursun artık , umarım. Şair olmayı istiyorum." , Ervin'in ,gülümseyerek heyecanlı , coşkulu bir şekilde kendisini anlatmasını seyrediyordu Sercan. Her söylediği , seçtiği, dışarıda bıraktığı kelimeler ve anlamlarla 5 duyu organının izin verdiği koşullar çerçevesinde algıladığı bu "yeni" insanı tarıyor, tanımlıyor, bütününün ,kendisinde anlamlanmasını seyrediyordu. Her geçen saniyede, her geçen anda..İçini yavaşça dolduran bir su gibiydi, yeni birinin kendisinde yer bulmaya başlaması. O yer doldukça kendi içindeki o yerin -boşluğun-da farkına varıyor, farkına varır varmaz da o boşluğun doluyor olmasını hissediyordu. Bunun keyifli olduğuna karar verdi. "Biliyor musun"; Sesini alçaltıp sanki sır verecekmiş gibi masaya doğru abanıp, Sercan’a iyice yaklaşıp; “Şiir çok tehlikeli bir simyadır, kelimeler ise ölümcül!”, dedi. Ardından geri çekilip söylediği cümlenin Sercan’da oluşturacağı etkiyi seyretmek için gözlerini Sercan’ın yüzüne dikti.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

๑۩۞۩ ۞۩๑๑۩۞۩๑ ERVİN’İN ERVİNOLOJİSİ ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑۩۞۩๑๑
Ervin 23 yaşlarında filoloji bölümünde okuyordu. Yaşıtlarının aksine kendisini üniversiteyi kazandıktan sonra, "nasılsa artık ÖSS’yi kazandım bir şekilde de mezun olurum'cu bir tavra bürünmemiş, gerçekten öğrenme ve “bilme” gayreti olan bir gençti. Üniversitelerin; "Sistemin, düşünen ve üreten beyinlerin,sisteme zarar verdiğinin/verebileceğinin anlaşılması üzerine; liselerin devamı niteliğine dönüştürmesi ve içinin boşaltılmasına rağmen,Ervin; adını koyamasa da biliyordu; ki "iyi bir öğretmen yoktur, iyi bir öğrenci vardır". Bu yüzden de O;Ervin, sürekli öğrenme peşindeydi. Kendini bulmak istiyordu Ervin. Kendisini bulmak ve anlamak..Babasının kendisine hediye ettiği kitaplardan birinde okuduğu bir hikayeyle hayatını şekillendireceğine inanıyordu. Hikaye aslında Ervin'e göre bütün yaşamı ve yaşamın dahilinde olan bütün sırları bir bir içinde barındırıyordu. Hikaye ise şöyleydi; "Eskiden bir adam, bütün zenginliğine bütün mal mülküne bütün makamına şöhretine rağmen mutluluğu yakalayamamıştı. Bu yüzden sahip olduğu bütün bu şeylerden vazgeçip derviş olmaya karar vermişti. Malını mülkünü sattı, yoksullara dağıttı, makamına sırtını döndü ve pek çok insanın "delirdi , kafayı sıyırdı" şeklindeki yorumlarına rağmen, verdiği kararın arkasında cesaretle durmaya devam etti. Bir süre böyle yaşadı. Derken günlerden bir gün Derviş bir rüya gördü. Rüyasında bir ses vardı ve ses Dervişe; Senin için Allah’ın gizlediği bir hazine var diyordu…” ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (Arkası yarın)

B'ölüm -25-

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -XXV- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑(B'ölüm 24'den devam)

Evden çıktığında kendi soyut dünyasındaki varlığın somutlaşmasını benzerleyecek olan bir örnek arıyordu. Derken buldu. Dünya; üzerinde insanların yaşadığı gezegen; big-bangten sonra güneşten kopan ve savrulan, ardından onun yörüngesine çekim kuvvetine girip git gide soğuyarak katılaşarak bu günkü durumuna gelen bir gezegendi. Dünyanın, kabuğundan içeri,merkeze gidildikçe kabuk sertliğini yumuşaklığa bırakıyordu. Suyun" katı, sıvı, gaz" hali gibi.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

"Belki de insanların tümü de benim dünyamdan, daha önce bulundukları özden koparak savrulmuş, ardından da o özün menzilinde, bir çekim alanına girip bir yörüngeye oturmuş, soyut varlıkları ise kademe kademe özden dışa doğru gidildikçe kabuklaşıp soğumuştur,kim bilir? " diye düşündü Sercan. Bütün bunlar aklını meşgül ederken ayaklarının götürdüğü yere-(lütfen yüreğinin götürdüğü yere git adındaki saçma ivediliklere gödnerme yaptığım düşünülmesin ! )- geldiğini fark etti. Rüyasındaki adresi tam olarak takip ederek geldiği bu yerde; bir saat önce duran durulan yağmurun, kaldırımdaki küçük birikintisine yansıyan tabelayı okudu: Rüya Kafe.. "Ayür Efak? Yani..."Gülümsedi zihninin kendisine oynadığı bu küçük oyuna. Ardından yine kendi kendine;" rüyalar hep tersine mi çıkar ", diye düşünüp yüzüne iyice yayılan gülümsemeyi sürdürdü . Nedensiz bir gülümsemeyle kafenin kapısına doğrulanırken..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Bu, kendinde yeni keşfettiği bir özellikti; nedensizlik..Düşünce gibi değildi. İsimler, sıfatlar,kelimeler, belli bir kurgu,devinim hareket yoktu. Sadece “hal” vardı ve tüy gibi hafif bir his..Birden bire;" Böyle hissediyorum ve bu his önce hale ardından da o hal bir davranışa dönüyor. Bu gelirken düşündüğüm örneğe de benziyor. Sanki bu kez de “gülümsemem” bu “halin” somutu,kabuklaşmış hali."

İnsan kişiliklerini incelerken yüz ifadelerini,mimikleri, beden dilini anımsıyordu. Yüz; düşünsel bir müdahale olmazsa tamamen kişinin “haline” göre somutlaşan içinde bulunulan halet-i ruhu ortaya döken, şifre çözücü bir dekoder gibiydi. Kafenin kapısından içeriye çarçabuk göz attı. Kızlı erkekli gençlerden oluşan bir sürü kişi konuşuyor, gülüyor, susuyor, satranç, tavla oynuyor kısacası bir kafede ne görülebiliyorsa, Sercan, onu görüyordu.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Usulca kafenin kapısını açtı ve kütüphanede olduğu gibi kendisini azarlayacak bir görevli endişesi olmaksızın, köşeye; gözüne ilişen boş masaya geçip oturdu. Büyü bir salonu olan dağınık bir öğrenci evini andırıyordu kafe. Koltuklar, masaların şekilsizliği, duvarlarda aleleade asılmış film afişleri- ki çoğu eski Türk sinemasına aitti- ve hesap ödenen , kapının hemen tam karşısında , hesabı ödemeden kaçan olursa kolayca yakalayabilecekleri bir şekilde diyazn edilmiş hesap masası, nargileler ve mangalları,bir iki Acem-Türk halıd esenli kilim- şark havası oluşturmak için ne başarısız bir yöntemdir- ve bir sürü de incik boncuk dolu duvarlarıyla aslında pek de hoş bir kafe sayılmazdı. Tam öğrenci işi bir kafeydi işin aslı. Sercan geçip oturduğu andan itibaren kafenin neredeyse her santimetrekaresini incelemiş, görsel hafızasına yutmuş sonrada o görselleri kare kare damgalayıp hafıza deposuna aktarmıştı.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Kalbi yine de önceki zamanlarına nazaran daha hızlı atıyordu. Avuçları terliyor ve göz bebeklerinin büyüdüğünü bilinçaltısal bir hisle , hissedebiliyordu. Bu yaşadığı "şey"in, heyecan olduğunu kavradı birden. Ne olacağını merakla bekliyordu. Kulağına tüm o insanların gürültüsünün yanı sıra çarpan çok hoş bir müzik duydu. Hızlı bir ritmi vardı müziğin, sert çıkışları vardı ama içselliğinde bir yakarış ruha dokunan bir temas vardı sanki. İLk defa Rammstein dinlemenin uyandırdığı his kendisini kavramıştı. İlk defa müziği, sesin, "gürültü" adı verilen düzensiz sıralamasındansa, ilk defa düzenli ve belli bir armoniye göre sıralanmış sesin, engin okyanusuna daldırdı tüm algısını.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑
Göz kapaklarını indirdi yavaşça, müziği daha iyi duyabilmek için bütün dikkatini verdi heykel donukluğunda kıpırdamaksızın. Birkaç dakika böyle kalmış, sesin ruhunu sarmalayan dokunan ipeksi parmak uçlarının hazzını yaşarken garsonun detone sesiyle dünyaya döndü:

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

”Efendim?”
“Ne alırsınız", dedim.."Çay , neskafe, kola, ayran,meyve suyu,Türk kahvesi?”
“Çay..Lütfen.” dedi Sercan..”lütfen’i” söylerken biraz tedirgin olmuştu. Kendi dünyasından kalma bir alışkanlıktı. Kelimelere, isim ,sıfat vs anlamlarıyla birlikte, çok kullanılırsa, tükeneceklerine inanırdı; içsel bir sezgiyle. Gerçekte pek de haksız sayılmazdı oysa. Çok kullanılan kelimeler, cümleler belli bir süre sonra “anlamını” yitirmeye başlar, içi boşalır, rengi atar..Gününüzde en kolay söyleniveren ve bu yüzden pek bir anlamsallığı kalmayan “seni seviyorum” cümlesi gibi..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sercan; garsonun kendisine getirdiği,Çayı yudumlarken, tadının anımsadığı kadar güzel olmadığını fark etti. Belki de ilk yaşanılan şeyler, ilk olmalarının armağanı olarak maksimum bir şekilde kendilerini var ediyorlardı..İlk aşk, ilk öpücük, ilk dostluk, ilk cinsellik gibi..Sercan, bu düşüncesini de kaydetti hafıza deposundaki not defterine.
“Masana oturabilir miyim? “ dedi genç..”başka yer yok da”
“ Elbette” dedi sercan yabancıya, şaşkın gözlerle dönüp bakakalarak.
”Kusura bakma, bir arkadaşımla burada buluşacağız ama kafede yer kalmamış,şu anda kendisi otobüste olduğundan telefonu da kapalı , haber veremiyorum. Gelene kadar beklemekten başka çarem yok….” dedi yabancı üzerindekileri çıkarıp oturma işlemi için hazırlanması devam ederken...

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑( arkası yarın)