B'ölüm -68-(67.bölümden devam)



๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -LXVIII-๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑
Sayın Oku'yucu; Peki ,Gerçekte çok ünlü bir alimin 77. kuşaktan torunu olan Kaan'ın büyük büyük büyük dedesi, o ünlü olan alim kimdi? Aslında   O'nu hemen herkesin bir şekilde "kendisinden" tanıdığını biliyorum. Bir kaç satır sonr aismini okuduğunda bana hak vereceksin sen de. O'nun sesi; O ses hiç dışarıdan gelmedi. O'nu işitecek kadar şanslı olan hiç kimseye. Yabancı değildi O, bizzat kendimizdendi, içindendi senin de. Babası eğer dönemin susuzları için bir nehir idiyse, Mevlana'nın kendisi bizzat okyanustu. Peki; dönüp duran; böyle etek entari giyen, sema yapan, bir avucu göğe -semaya bakan, diğer avuçları ise yere dönük olarak musikiyle ayin  yapan semazenlerin tertemiz güvercinlere benzediği yolun kaynağı olan; Atatürk'ün cumhuriyet kurulduktan sonra bütün tekke ve zaviyeleri kapatmasına rağmen açık bıraktığı ve çok sevip saygıyla andığı bu dünyadan bir yığın hayranı olan, paylaşılamayan adam, Mevlana Hazretleri gerçekte kimdi?  

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Mevlânâ , hicri 604, miladi 1207 yılında Belh şehrinde dünyaya geldi. Hani tam da savaşların, güç  için dökülen onca kanın en fala kaynadığı zamanlarda ve dönemde. Vahşi savaşçı Perslerin; Yılmadan bütün bir gün adam öldürebilecek Moğolların; kısacası kaynayan bir kazan olan barbarlığın karanlığa ruh verdiği  en parlak döneminde... O sıralarda tüm herkesi titreten Moğol hükümranı Cengiz; ve“okyanus” adıyla anılan timuçin’in en parlak günlerini yaşadıkları bir dönemde... Bu bir tek adam ama okyanus kadar çok askerleriyle birlikte dünyanın fethine kalkışmış, Çin’e doğru dönen moğol istilasıyla birlikte bir yandan da Pers ülkesine  doğru taşan bir nehrin suları gibi güç ve iktidar amacıyla sürekli bitmek tükenmek bilmeyen hırsları ve güç aşkıyla sürekli  savaşıyorlardı. Her taraftan kan kokuları yükseliyordu. Ölenlerin cesedleri en çok leş yiyici ve yırtıcı hayvanların işine geliyordu. Bu öyle bir hırstı ki Timuçin’in kandan oluşan okyanusunun kolları şimdiden Belh’den Kuzeye doğru bu doğan özel bebeğin anavatanını bu sular altında boğmuştu çoktan. 
๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑
Celâl, kutsanmış bir çocuktu. Bütün seçilmişlerin kutsanmışlığı gibi. Babası ve büyük babası Peygamber soyundan gelen Baha Veled ve ermiş Hüseyin İbn Ahmet Katibi’nin üzerine titrediği bir bebek olarak işte bu şartlarda dünyaya gelmişti. Tüm bir dünya coğrafyasını saran karanlığa inat bir ışık olarak... Bu ışık korunmalıydı. Savaştan, kandan, bitip tükenmez insani hırslardan, acımasızlıktan kinden nefretten; kısacası insanı tiksinç bir bataklığa gömecek olan karanlıktan korunmalıydı. Mevlana Celaleddin Rumi'yi biliriz, ismen de olsa. Şekerinden biliriz, ney'den biliriz, Konya'dan biliriz. Ya Babası Sultanül ulema kimdi peki?  Mademki tanımaya karar verdik bu müstesna hayatları, birlikte  bakalım hayat ağaçlarının kılcallarından köklerine kadar tarihin eprimiş yapraklarını bir bir çevirerek..
๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babasıdır ve  hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'in soyundandır. Belh şehrinde Hatîboğulları sülâlesindendir. İsmi Muhammed Bahâeddîn'dir. Babası Hüseyin Hatîbî, dedesinin ismi de Ahmed Hatîbî'dir. 1151 (H.545)de doğdu. 1228 (H.625) veya 1231 (H.628) de Konya'da vefât etti. Annesi, Harezmşah sultanlarındanAlâüddîn Muhammed Harezmşah'ın kızı Emetullah Hâtundur.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Muhammed Bahâeddîn iki yaşında iken, babası Hüseyin Hatîbî otuz üç yaşlarında olduğu hâlde vefât etti. Emetullah Hâtun, oğlu Bahâeddîn'in büyümesi ve iyi bir tahsîl ile yetişmesi için büyük bir titizlik ve îtinâ gösterdi. Efendisi Hüseyin Hatîbî'den kalan kitapların bulunduğu odaya oğlunu sık sık götürür; "Evlâdım, Bahâeddîn'im! Bu kitaplar, rahmetlik babandan kaldı. Muhterem baban bu kitapları dâimâ okur, hiç elinden bırakmazdı. Bu kitaplara çok değer verir, her şeyden üstün tutardı. Onun vefâtından sonra pekçok âlim bu kitapları almak için bize geldiler. Fakat hiçbirine vermedim, bunları senin için muhâfaza ediyorum. Sen de ilim öğrenerek babanın kitaplarını anlamaya muvaffak ol ve babanın yerini tut!" derdi. Bu sözler Bahâeddîn'e çok tesir eder, büyüyünce okuyup âlim olacağını söylerdi.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

 Emetullah Hâtun, oğlunu, okuma çağına gelince ilim tahsîline verdi. Bahâeddîn, derslerine çok çalışır, devamlı kitapları ile meşgûl olurdu. Keskin zekâsı, hâdiselere karşı sürat-i intikâlinin çok fazla olması ve Allahü teâlânın yardımıyla kısa zamanda hocalarının takdîrini kazandı. Pekçok zâhirî ilimleri öğrendi. Dolayısıyla, halk arasında da tanındı, onların muhabbetlerini kazandı. Büyük Velî Necmeddîn-i Kübrâ'dan tasavvufu öğrenerek, onun dertlere devâ olan feyz ve bereketlerine kavuştu. Bâtınî ilimlerde ilerleyerek, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin en önde gelen talebeleri arasına girdi. Muhammed Bahâeddîn, hocasının teveccühleri ile iyice olgunlaşarak, zamânının en büyük âlimlerinden ve velîlerinden oldu.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Muhammed Bahâeddîn evlenme çağına gelince annesi, Harezm Sultânı Rükneddîn'in kerîmesi olan Mümine Hâtun ile evlendirdi. Onların bu evliliklerinden de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri doğdu.

Muhammed Bahâeddîn hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle yüksek derecelere vâsıl oldu ki, iki cihânın güneşi, hürmetine yaratıldığımız Server-i âlem Sevgili Peygamberimiz ona rüyâsında "Sultân-ül-ulemâ= Âlimlerin sultânı" lakabını verdi. Rivâyete göre, bu hâdise şöyle anlatılır: Zamânının büyük âlimlerinden üç yüz kadar müftî ve müderris, bir gece Peygamber efendimizi rüyâlarında gördüler. Resûlullah efendimiz büyük bir kürsî üzerine oturmuşlardı. Etraflarında da binlerce velî ve âlim bulunuyor, Resûlullah efendimizi huşû içinde dinliyorlardı. Orada Muhammed Bahâeddîn, güzel elbiseler giyinmiş bir hâlde, Peygamber efendimizin hemen yanıbaşlarında ve sağ taraflarında oturmuştu. Peygamberimiz, orada bulunanlara Muhammed Bahâeddîn Veled'i göstererek; "Ey insanlar! Bugünden sonra Muhammed Bahâeddîn'e "Sultân-ül-ulemâ" denilecek ve imzasına "Sultân-ül-ulemâ" yazılacaktır." buyurdu. Sabah olunca rüyâlarını anlatmaya gelenlere, daha onlar bu müjdeyi vermeden o; "Ey kardeşlerim! Bu gece Sevgili Peygamberimizin bize ihsân buyurduğu lakabı bana müjde için geldiniz değil mi?" diyerek, onların rüyâlarını keşfettiğini belirtince, cümlesi hayran kalarak; "Allahü teâlâ ve Resûlü şâhiddir ve biz de şâhidiz ki, sen Sultân-ül-ulemâ'sın. Bundan böyle bu isimle tanınacaksın." dediler. Muhammed Bahâeddîn'e karşı muhabbetleri ziyâde olup, ona talebe olmak istediklerini bildirdiler. O da, gelen bu âlimleri talebeliğe kabûl etti. İmzâ olarak da Sultân-ül-ulemâ lakabını kullanmaya başladı.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑

Âlimler, rüyâlarını yakınlarına söyleyince, hâdise herkes tarafından işitildi. Her taraftan ziyâretçiler gelmeye başladı. Şânı her yerde duyuldu. Halkın yanında îtibârı pek ziyâde yükseldi. Herkes huzûruna koşar, hizmetiyle şereflenmek için çalışır ve hasta kalblere şifâ olan mübârek sözlerini dinlemek için can atardı. O civarda olanlar, Sultân-ül-ulemâ'ya sabırsızlıkla koşarak, talebesi olmakla şereflenmek istediler ve murâdlarına kavuştular. Birçok müşkili olanlar Belh'e kadar gelip, aldıkları cevaplarla dertlerine derman buldular.

๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑(devam edecek)