B'ölüm -II- (Bölüm 1'den devam)

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑ B'ölüm -II-๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(Bölüm 0'dan devam )

Sercan işte bu yüzden tanımlama hastalığına tutulmuştu. Ancak her ham ruh gibi bilmiyordu ki her koyduğu tanım kendisini bütünden uzaklaştıracak bir reaksiyon başlatarak; ya tanımladığı şey; “Sercan” ya da Sercan; tanımladığı “şey “ olana kadar işleyecek bir süreç başlayacaktı. Kafasında tanımladığı 3.şey olan ( –ilki kendisi “ben” idi; ikincisi kendi dışındaki her şey “ötekiler “ idi- ) hafıza dolabı tanımlanır tanımlanmaz var oldu. Ancak var olması yeterli değildi. Ne yazık ki yeter olması için bu dolabında kendisi yani “dolap” ve “dolabın dışındaki her şey” in akılda tutulması gerekiyordu. Bu yüzden o her şeyin tanımlanmasının ve dolaba yerleştirilmesi zorunluluğunu kavradı ve notlar tutmaya işte böyle başladı. Tuttuğu notları daha sonra gözden geçirir ve üzerinde düşünür kaydedip kodladığı kelimelerin anlamlarına en ince kılcallarına kadar nüfuz etmeye çalışırdı...

Anlam dünyasının bir başka özelliği ise anlamların ancak kendileri istedikleri zaman tanımlatıyor oldukları idi. Bazen kendilerini damıtarak belli bir forma sokarlardı. O kadar hızlıydılar ki ancak sonuçlarını bilebilirdiniz, sebeplerini değil. Bu; sizin dünyanızdaki duygulara benzetilebilir. Ancak ortaya çıktıklarını davranışlarınızdan anlayabilirsiniz. Sebepsiz hüzünlenivermek ya da daha önce hiç sokulmadığınız görmediğiniz halde bir yılanın resminden bile korkmak gibi.
Sizin dünyanızda ölçülebilen en büyük hız ışık hızı (1 saniyede yaklaşık 300.000 km)’dır. Oysa bu hızı ölçebilmek için düşünce hızının bu hızdan daha fazlasına ihtiyaç vardır. Aksi halde ışık hızını tanımlayamazdınız. Buraya kadar her şey normal ancak sizin için bundan sonrası biraz kafa karıştıracak, zira “duygu” hızı sizin dünyanızda tanımlanabilir en büyük hızdır. Ancak o duygudan çıktığınızda o “duygu”yu tanımladığınızı düşünürsek…

Daha sadeleştirerek anlatayım istersen kafan biraz karışmışa benziyor. Daha sadeleştirerek anlatayım istersen kafan biraz karışmışa benziyor. Şaka yapıyorum… Yanlış yazım ya da gözden kaçan bir hata değil. İkidir aynı satırı okuyorsun bunu şu nedenle yaptım, şu anda okuduğun kitapla yani benimle sohbet ettiğini anımsatıp pekiştirmek istedim. Bunu; ne benim etkinliğime kapılıp kendini unutarak bana vermen; ne de kendinde, dışarıda kalıp bana gereğinden fazla uzakta olmaman için yaptım. Belli bir mesafede ve algının “diri” olması önemli bir ölçüdür. Bir yere ait değilsen her yere aitsindir ama bir yere de ait değilsindir sonuçta.

۩۞۩๑๑۩۞۩

Sercan, hafıza dolabındaki tanımların hafıza dolabını şişmanlattığını duyumsasa da, kendini henüz tanımladığı “ikilem” den uzaklaştıramıyordu. Hafıza dolabının şişmesi içsel bir devinim olduğundan kendisini güçlü hissettirirken; bir yandan da, tuzlu su gibi, içtikçe susayanlar gibi de hissediyordu. Ne kadar çok şey bilirsen aslında ne kadar az şey bildiğini bilirsin. Bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir diyen Sokrates gibi. Fakat Sercan’ın vazgeçmeye pek niyeti yoktu. Bulunduğu bu ev nereden çıkmıştı? Kim yapmıştı? Peki ya dışarıda satırlardan oluşan yolları? O yolları oluşturan kelimelerden kelimelere atlarken neden içindeki bütün o duyguların, anlamların birden bire değişiverdiğini; örneğin neden “hasta” kelimesine bastığında kendinde, “kötü, yorgun, bitkin, acılı” kelimelerinin anlamlarının birden bire üstüne çöktüğünü ve neden ancak “hastanene” kelimesine bastığında “iyileşme” kelimesinin anlamının, hasta dâhilindeki diğer anlamları hissiyatından kovduğunu ve kendini iyi hissetmeye başladığını… Bu ve buna benzer pek çok deneyiminin “nedeni”ni ve “nasılını” merak ediyor ve içinde biriken bu soruların sadece “zaman “ sözcüğünde duralayıp dinlendiğinde sükunete erdiğini bilmiyordu. Bütün bu sorular için belki de yapacak daha iyi bir şeyinin olmamasından dolayı her gün kalkıp “ev” kelimesinin anlamı dâhilindeki “yatak”ta “uyku” anlamına teslim olur ve sabah kelimesin anlamındaki gün ışığı kelimesinin eşlik ettiği “uyanma” kelimesinin anlamının kendisini dürtüklemesiyle uyanır ve uzun yürüyüşlerle keşif gezisine başlardı. O yüzden artık iyice “alışma “kelimesin anlamına vakıf olmaya başlamışken o gününün hayatını değiştireceğinden bihaberdi. Her gün ki gibi “mutfak”a gitti uyanır uyanmaz, sütte, puaçada, yumurtada, ve çay kelimelerinin anlamlarında bulunan enerjisel kahvaltısını yapmaya koyuldu, “doyma” kelimesinin anlamının doğmasıyla kalkıp bu anlamsal kahvaltısından sonra yaşadığı soyut dünyanın mana okyanusunda yüzmek için çıkmaya hazırlandı.
Kapı kelimesinin önüne geldi, “açıl”ı anımsayarak çağırdı hafıza dolabından, ardından açılan kapıdan “eşik” kelimesine adımını attı ve “yol” kelimesinin üzerine zıplayarak, uzun satırlardan oluşan benim; yani yaşadığı romanın, o gününde yani sayfasında, günlük gezintisine başladı.

۩۞۩๑๑۩۞
Gezinti sırasında attığı her adımda manyetik alanına girdiği kelimenin anlamını tatlı bir esintiyle soyut vücuduna dolduruyor, hafıza deposunda tanımlatıp damgalayarak, kendini var ede ede yürüyüşünü sürdürüyordu. Derken birden bire bir kelimeye, daha önce hiç karşılaşmadığı bir kelimeye basıp düşmeye başladı. Kelime üç harften oluşuyordu. “AŞK”. Düşmeye, bilinmezin upuzun ve karanlık dehlizlerinde devam ederken daha önce hafıza deposunda depoladığı; tanımladığı “çığlık” kelimesi, “korku” kelimesi, “çaresizlik” kelimelerinin anlamları ışıktan bile daha hızlı bir şekilde, deposundan bilincine, oradan gittikçe “kabuklaşıp” katılaşmaya başlayan, somutlaşan vücudunun, ağız kısmına diline doğru yükselerek “sese”, nidaya dönüşüverdiler. AHHHHH!!!
İlk defa kendi sesini duyup bundan da ürkerek daha çok bağırdığı bir anda kıç üstü oturarak poposunun acısıyla, sımsıkı kapadığı gözlerini açtı. Her şey yine bir anda!olup bitivermişti. Somutlaşan fiziksel yapısı, ruhunu; içten dışa doğru katman katman katılaşarak bir bedenin içine hapsedivermişti onu. Heykelin; müziğin katılaşmış, donmuş hali olması gibi. Ve yine birden! kavradı. Nasıl olduğunu bilmeden bildi! Burası kocaman, geniş, yüksekçe yapılı bir halk kütüphanesiydi. Masalarında oturan büyüklü küçüklü herkes kendisine kınayıcı bakışlarla baktılar. Bir iki çocuk kıkırdadı. Şaşkınlıktan dili tutulmuş bir biçimde kendisine bakan “diğer “ insanlara bakıyordu. “burası insanların dünyası” dedi şaşkın şaşkın bakmayı sürdürerek.
“Genç adam sessiz olun ve yerden de kalkın lütfen!” buyurdu otoriter sesiyle; küçük gözlüklerinin üzerinden azarlayıcı bakışlarını Sercan’a diken 50’lik kütüphane görevlisi bayan… Duyduğu emre itaat ederken olup biteni hala anlamaya çalışıyordu. Düştüğü yerden kalktı ve ilk defa somut eliyle, somut masanın hemen önündeki somut sandalyeyi somut bir şekilde, çekip oturdu!. Bu basit oturma eylemini yaparken bile ne kadar “yorulduğunu”, ne kadar çok “iş” yaptığını ve zamanın çok yavaş aktığını fark etti. Bu kadarcık bir eylem için, kendi dünyasında sadece duyumsaması yeterli olurdu. ”Kendi dünyam?” diye sordu kendi kendine ve saniyenin çok kısa bir anında, hafıza deposundan kendi dünyasına ait bildiği her şeyi geçiriverdi aklından. “en azından bu somut dünyada bu somut bedenin içinde hala kedi dünyamın kuralları geçerli” diye mırıldandı. Bu son keşfini hemen hafıza deposundaki kalemle kırmızı not defterine kaydetmeyi ihmal etmedi.

-“Su ister misin iyi görünmüyorsun?”

Dönüp kendisine uzatılan su şişesine ardından onu kendisine uzatan 20’lik gence baktı. Göz göze geldiler. İlk defa bir yüze bakıyor ilk defa kendisine çevrilmiş bir çift gözle bakışıyordu.
“Haydi alacaksan al sana Abu- hayat sunmuyorum, yalnızca su “ dedi genç gülümseyerek. Birkaç yudum içtikten sonra ki yine kendisine çok uzun gelen bir eylemler zincirini tamamlaması gerekmişti bu eylem için,” Abu hayat ne?” diye soruverdi.
“Ölümsüzlük, sonsuz hayat. Azrail’e feyk atmanın bir yolu…” diye yanıtladı onu genç, umarsız bir şekilde omuz silkerek. “Şişe sende kalabilir…”
Sercan kendisine onlardan biriymiş gibi davranan gencin ardından dönüp baktı. Genç; uzun küt saçlı, kumral, sağ elinin uzun tırnaklarından gitar çaldığı anlaşılan, spor giyimli sevimli biriydi. Önünde durduğu raftan uzanıp bir kitap seçip aldı, tekrar Sercan’ın yanına doğru seğirtti. “Hadi görüşürüz” dedi, gülümseyip dostça omzuna dokunarak. Ve ağzı aralık, şaşkınlığını hala üzerinden atamayan Sercan’ın bakışları arasında kütüphaneden çıkıp gitti. Sercan, elindeki su şişesinde kalan son yudumu da içip kütüphaneden dışarı, insanların bulunduğu somut dünyaya ilk kez adım attı.
İşte macera böyle başladı...


๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑(arkası yarın)