B'ölüm -22- (dünden devam )

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ B'ölüm -22- ๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑ (B'ölüm 21'den devam)
Bahçenin diğer tuhaf bir özelliği ise insanların dünyasındakiler tarafından okundukça ışınımları artar ve de kapladıkları hacim ,kokuları ,ışınımları artardı. Bu arada iyi filozof ve kötü filozof çiçekleri mevcuttu. İyiler güzel ,hoş,tazelik gibi kokar diğerleri zehirli,ağulu ağır ve kötü bir koku salgılardı. O yüzden genelde bencillikle egolarını cilalayan, saçmalayan, gerçek dışı bir takım vehimleri, zanları gerçekmiş gibi bir mantığa bürümeye çalışan kişilerin çiçeklerinden uzak dururdu. Platon çiçeğini düşünmesinin daha doğrusu aklına gelivermesinin nedeni açıktı Sercan’ın..kendisini Platon çiçeğindeki mağara benzetmesinde gibi hissediyordu. Aynen platon mağarasındaki gibiyim dedim dudaklarını bükerek hüzünle. Kendi dünyamdan bu dünyaya düştüm. Bunu anlıyorum ama anladığımı NASIL anlatacağım??

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

plato'nun "mağara benzetmesi", plato'nun benzetmesine göre toplumdaki insanlar (düşünürler dışındakiler) bir mağarada kollarından birbirine zincirlerle bağlanmış ve sırtı mağara kapısına dönük oturan esirler gibidirler. sadece arkalarındaki ışık kaynağının (doğrunun,gerçeğin) yaydığı ışıkla karşılarındaki duvarda oluşan kendi gölgelerini görebilir, bu gölgelere bakarak eğlenir ve hayatlarını böyle geçirirler. filozoflar ise kendilerini bu zincirlerden kurtararak her ne kadar zor ve acı verici olsa da yüzlerini cesaretle ışığa (gerçeğe) dönerek hayatın gerçek anlamını ve doğruyu görebilen kimselerdir. ancak bu kimselerin mağaraya döndükten sonra gördüklerini diğer insanlara anlatması ve onları inandırması da bir o kadar zor olacaktır, çünkü esaret ve karanlık rahattır, oysa gerçekleri görmek ve ışığa bakmak cesaret ister.

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

sokrates, glaukon'la arasında bir konuşmayı aktarıyor (platon, "devlet", vii, 514a-517a):

"- ondan sonra şimdi de, dedim, eğitimi ve eğitimsizliği bakımından doğamızı şöyle bir olayla tasarla: yer altında mağara gibi bir yere konmuş insanlar getir gözünün önüne, ışığa doğru uzanan uzun giriş yolu var bütün mağaraya, çocukluktan beri orada bacakları da boyunları da öyle bağlanmış ki orada durup yalnızca önlerindekini görüyorlar ama boyunduruklarından dolayı kafalarını döndürmeleri olanaksız, onlar için ışık diye yukarıda uzaktan bir ateş yanıyor, ateşle tutsaklar arasında yukarıda bir yol, yol boyunca da kurulmuş bir duvar, tıpkı kuklacıların insanların önüne çekip üstünden kuklaları gösterdikleri perdeler gibi.
- görüyorum, dedi.
- o duvar boyunca insanların duvarın üstünden binbir türlü araç taşıdığını gör o zaman: insan yontuları, taştan ve tahtadan başka canlılar ve başka binbir türlü iş; taşıyanlardan herhalde kimisi de sesler çıkarıyor, kimisi susuyor.
- tuhaf bir resim ve tuhaf tutsaklar, dedi.
- bize benziyorlar, dedim, ne de olsa en başından beri ateşin tam karşılarına düşürdügü gölgeler dışında kendi başlarına ya da birbirleriyle bir şey görmüşler midir sence?
- iyi de nasıl, dedi, yaşam boyu kafaları hareketsiz kalmaya zorlanmışsa?
- peki yoldan taşınanların nesini [görmüşlerdir]? onları [gölgeleri] degil mi?
- illa ki.
- şimdi eğer birbirleriyle konuşabilselerdi, gördüklerini varolanlar saymazlar mıydı sence?
- ister istemez.
- peki zindanda karşılarından bir yankı olsa? ne zaman geçenlerden biri bir ses çıkarsa, sence ses çıkaranı önlerinden geçen gölgeden başka bir şey sanırlar mı?
- sanmazlar yahu, dedi.
- uzun lafın kısası, dedim, bunlar gerçeği araçların gölgelerinden başka bir şey sanmaz.
- çok zorunlu olarak, dedi.
- şimdi de, dedim, onlardan birinin zincirlerinden kurtularak akılsızlığından iyileşip doğal halinde olduğunu izle. ne zaman ki biri kurtulur ve hemen ayağa kalkıp boynunu çevirmeye ve yürüyüp yukarıya ışığa bakmaya zorlanır, bütün bunları acı çekerek yapar ve parıltılardan [ateşin parlaklıgından] dolayı demin gölgelerini gördüklerine bakamaz; birisi ona daha önce gördüklerinin saçma sapan şeyler olduğunu, şimdiyse varolana daha yakın olduğu ve daha varolanlara dönük olduğu için daha doğru gördüğünü söylese ve geçenlerden herbirini tek tek ona gösterip ne olduğunu sorsa ve onu yanıtlamaya zorlasa, o ne der sence? akla karayı seçmez mi, daha önce gördüklerini şimdi gösterilenlerden daha gerçek sanmaz mı sence?
- hem nasıl, dedi.
- ya onu o ışığa bakmaya zorlasa gözleri acımaz mı ve arkasını dönüp bakabildiklerine doğru kaçmaz mı?
- öyle, dedi.
- peki, dedim, biri onu oradan zorla alıp engebeli yokuştan yukarı sürüklese, dışarıda günışığına sürükleyinceye kadar da bırakmasa, sürüklenen adam acıyla öfke duyar ve ışığa doğru gidince gözleri günışığıyla dolup şimdi gerçek denenlerden birini göremez, değil mi?
- göremez, dedi, en azından hemen göremez.
- herhalde alışması gerekir gibi görünüyor bana, yukarıyı göreceği varsa. önce de gölgeleri kolayca görür, sonra sudakileri, insanların ve başka şeylerin görüntülerini, ondan sonra da kendilerini; onların da arkasından geceleyin yıldızların ve ayın ışığına bakarak gökyüzündekileri ve gökyüzünün kendisini daha kolay izler, gündüzün güneşe ve günışığına oranla.
- izlemez mi?
- bana öyle geliyor ki en sonunda da güneşin sudaki ya da başka makamlardaki görünüşlerinde değil de olduğu gibi kendisini kendi olarak kendi yerinde görebilir ve izleyebilir.
- illa ki, dedi.
- bunlardan sonra da onun [güneşin] mevsimleri ve yılları sağladığını, görülebilen alandakileri düzenlediğini ve onların o gördüklerine neden olduğunu çıkarsar.
- apaçık, dedi, onlardan sonra bunlara gider.
- ya sonra? ilk yuvasını, oradaki bilgeliği ve öbür tutsakları anımsayınca, değişmekten dolayı kendini mutlu sayıp onlara acımaz mı?
- çok.
- ama bir de geçen şeyleri en keskin gözle görenleri, çoğunlukla onlardan önce, sonra ve aynı zamanda taşınan şeyleri en çok anımsayanları, bunlardan da neler olacağını en çok öngörebilenleri onurlandırıp takdir ederlerse, sence o bunlara karşı hevesli mi olur ve bunlar tarafından onurlandırılıp güçlenenlere mi özenir, yoksa homeros gibi "başka yoksul bir adamın altında uşak" olmayı ve öbürlerini varsayıp onlar gibi yaşamaktansa binbir türlü şeye maruz kalmayı mı ister?
- en azından bana görünen o, dedi, öyle yaşamaktansa her şeye maruz kalmayı kabullenir.
- şimdiyse şunu düşün, dedim: böyle biri yeniden inip aynı yere otursa, güneşten hemen çıktığı için gözleri karanlıklarla dolmaz mı?
- hem nasıl, dedi.
- peki o gölgeler hakkında bir yargıda bulunmakta tutsaklarla kıyasıya yarışmak zorunda kalsa, gözleri kamaşmışken, kendine gelene kadar (ki bu alışma süresi pek kısa olmaz), alay konusu olmaz mı ve onun yukarı çıkınca gözlerini mahvettiğini ve yukarı gitmeyi denemeye değmediğini söylemezler mi? eğer bir biçimde onu ellerine geçirebilseler ve öldürebilseler, kendilerini kurtarıp yukarı götürmeye kalkışanı öldürürler mi?
- kesin, dedi." gibi..

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑

Sercan birden durup ..İNANÇ! dedi. Kendisine kimin inanacağını bilmese de yine anlıyor ve biliyordu ki bütün mekanizmayı, evreni,insanı,yerleri gökleri ve arasındakileri,dışındakileri ne kadar kainat,alem,sistem varsa bütün hepsini ayakta tutan tek şey inançtı!

๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑۩۞۩๑๑๑۩۞۩๑๑ (Arkası yarın)